647 inci Edirne Tarihi Kırkpınar Güreşleriyle
ilgili araştırma yapmaya başladığım yılda Sarayiçi’nde tanıştığım ve her Edirne
geldiğinde bana son yıllarda ilgilendiğim yağlı güreşle ilgili bilgi veren
duayen güreş yazarı ve eski milli sporcu Aligümüş’ün, Araştırmacı Gazeteci
İsmail Kahraman’ın hazırladığı “Balkanlarda Osmanlı Medeniyeti
Belgeseli –I
Bulgaristan” kitabından alıntılar yapacağım.
Neden bu alıntıyı yaptığımı şöyle sizlere
açıklayabilirim. Benim Annem ve Babam Bulgaristan’dan Türkiye’ye zorunlu olarak
göç eden bir ailedir. Dedem Türkmen Yörüklerinden Sofuoğlu İsmail 1859 doğumlu
Uzuncaova Hasköy Muhacırlarından Ahmet Oğlu Sofu İsmail’dir. 6 Şubat 1945
yılında Edirne de vefat etmiştir. Annemin babası ise Boyacılar Sülalesindendir.
Bulgaristan’da Doğan
Büyük Sporcular
“Bulgarlarla
“1393-1878 yılları
arasında” 5 yüzyıla yakın
birlikte yaşadık. Volga boylarında yaşayan bir Türk boyu iken Balkanlar’a gelip
yerleşen ve Hristiyanlığı seçtikten sonra kimlikleri değişen bu komşu ülkeden
büyük sporcular çıktı. Kelime anlamına baktığımızda “Balkanlar”ın “sulak arazi” demek olduğunu anlıyoruz. Su olan yerde de uygarlık
vardır. Malcılığa büyük önem veren, toprağı ekip biçmektense “hayvan” yetiştirmeyi seçen Bulgarlar, “malcı” bir ulustur. Yoğurdu, sütü, kaymağı, peyniri en alasından
bilirler.”
Rahmetli Ali Gümüşle her karşılaştığımda
söylediği bir söz vardı. Bu sözü devamlı hatırlardım. Bundan böyle bu sözü
hatırladığımda onun için bir dua okuyacağım
Ot Yiyenler, Et Yiyenler
“Tarih boyunca yapılan savaşlarda ot yiyenleri
et yiyenler yendiler. Bugün eti ağızlarına sürmeyen toplam nüfusu 1 milyarı
aşkın Hindistan’dan çağlar boyunca dünya çapında şöhrete ulaşabilmiş tek sporcu
çıkmamıştır. Çinliler de “süt” içmezler. Oralardan
dünya spor podyumlarına Çin’i temsilen gelen yarışmacıların büyük çoğunluğu da “süt
içen”
Uygur Türkeri’ndendir. İnsanın oluşmasında “genetik” faktörlerin
öneminin ne kadar önemli ölçüde olduğu günümüzde ortaya çıktı. İnsanın değişik
tavırlarda insan olmasında ayrıca “genetik” de rol oynar. Genotik, çevre,
ağaçlandırma, hava ve suyu içerir. Balkanlar’ın hem genetik hem de genotik
açıdan yararlanmış değerleri vardır. Bir Koca Yusuf’un, bir Kurtdereli
Mehmet Pehlivan’ın
ya da 1899 yılında Paris’te dünya şampiyonluğunu kazanan ilk
güreşçimiz Kara Ahmed’in
büyük başarılar elde etmesinde başlarda belirttiğim 2 etkenin de payı bulunur.
Bunlara bir de “iyi beslenme” ilave edilince yaşadıkları devrin en güçlü
sporcularının önemli bölümünün Bulgaristan’dan çıkmasına şaşmamak gerekir.
Bulgar prensliği, 1905 yılına kadar Osmanlı
İmparatorluğuna bağlıydı. Uluslararası spor yarışmaları başladığında menajerler
Osmanlı topraklarını gezerek “güçlü-kuvvetli adam” arayıp bularak Paris’e,
Rusya’ya, Avrupa’nın hemen hemen her ülkesine hatta Birleşik Amerika’ya
götürdüler. Bugün Dobriç adıyla bilinen Bulgaristan’da kalmış olan Dobruca
topraklarında yaşayan Dobriç adındaki bir Bulgar, Koca Yusuf’u Birleşik Amerika’ya
taşıyan menajer olmuştu. Kurtdereli Mehmed Pehlivan’la Nikoli Patrov’u Paris’te
güreştiren, Rum asıllı Pierri idi. Bu zat, aynı zamanda Fransız vatandaşıydı.
Temiz havanın, bol gıdanın ürün de elbette verimli olur. Madralı
Ahmed, Tekirdağlı Memiş, Kavasoğlu Koca İbrahim, Şamdancıbaşı kara İbo,
Pehlivanlar Pehlivanı Kel Aliço, dünyanın en verimli bölgelerinden biriydi.
Burada insanlar da hayvanlarda doğa da tarif edilmeyecek ölçüde “zengin”
di.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Bulgaristan
doğumlu sporcular özellikle Kırkpınar’da boy göstererek güzlerini gösterdiler.
Bunların arasında yer alan Tekirdağlı Hüseyin Alkaya, bir Modern
Koca Yusuf’tur.
Kendisiyle çok iyi tanışırdık. Hatta vefat ettiğinde oğlu beni aramış ve
mezartaşına kazınmak üzere benden bir dörtlük istemişti. O’na şöyle bir kıt’a göndermiştim.
“Adı Koca Yusuflarla Adalılarla yan yana/Yurt içinde ve yurtdışında
hiçbir zaman sırtı yere gelmeyen Tekirdağlı Hüseyin Alkaya ruhuna Fatihe…” O dönemin namlı
Türkçülerinden Ninal Atsız da Tekirdağlı için kafa yorup şunları yazmıştı: “Keskin
olur ayranla kımız/ Carnera’ları yere serer Tekirdağlımız…” 1932 yıllarının dünya ağır
sıklet boks şampiyonlarından İtalyan asıllı Pirimo Carnera’yı bile
Tekirdağ’lının yeneceğini söylüyordu Atsız. Elbette o bir efsaneydi.
Kırkpınar’da tam sekiz yıl üst üste Başpehlivanlık elde etti. 1928
Amsterdam Olimpiyatlarına bu değerli sporcu götürülmüş olsaydı kesin şekilde
Olimpiyat altın madalyasını alırdık. O’nu kadroya dâhil etmemek, bir ihmal ve
bu kahraman sporcumuz hakkını yemek oldu.
Yağlı Güreş
Bulgaristan’da yaşayan
Türkler’in kahramanları güreşçilerdi.
Türkler, bütün kahramanlık vasıflarını
güreşçilerin şahıslarında buluyor ve bunun böyle olduğunu sanıyorlardı. Devir
böyle bir devirdi. Bulgaristan Milli takım formasını giyen ve 1956 Melburn Olimpiyatları
finalinde Hamid Kaplan’la altın madalya mücadelesi yapan Karagözköylü Mehmedov,
Sovyet Blok’unun 1990 yılında çöküşünden sonra İstanbul Avcılar’a gelip
yerleşti. O’nu çok eskilerden tanıyordum. 1948 yılında Macarlarla Milli
karşılaşma yapan Bulgarlar, tam 8 sıkletin 8’inde de Türk asıllı sporculara yer
verdiler. Mehmedov’un güreş hocası efsane kahramanlarından sayılan ve
Türkiye’mizde fazla adı bilinmeyen Abidin Pehlivan’dı. Bu tür mücadele sporu,
kültür-fizik hareketinden yenme-yenilme şekillerine kadar baştanbaşa Türk
kültürünün izlerini taşıdığından Bulgarlar, 1960’lı yıllarda “Yağlı
Güreş minderi baltalıyor” iddiasıyla ve bunu akademik kurula da
onaylatarak Bulgaristan’da yapılmasını yasakladılar. Aslında bu yasak kararının
alınmasını yasakladılar. Aslında bu yasak kararının alınmasında “Yağlı
güreş vesilesiyle Türkler biraraya geliyor, haberleşiyor ve aralarındaki
bağları güçlendiriyorlardı” istibaratının payı vardı. Her ne kadar
komünizm, din, dil ayrılığı tanımaz iddiasıyla ortala çıkmışsa da giderek “en
güçlü milletçilik” halini aldı. Bu durum Rusya’da Bulgaristan’da hemen hemen
her yerde aynıydı. Bulgar Komünist yönetimi ki Todor Jivkov’un sağ kolu sayılan
Kubadinski’yi ölümden kurtaran adam Milli takımımızda yıllarca yer alan Hayri
Sezgin’in babasıydı. “Enternasyonal marşı” eşliğinde
Bulgar milliyetçiliğinin bayraktarlığı yaptı. Çağımızda insanları sen şusun,
sen busun diyerek ayırmanın ne kadar sakıncalı olduğu bir kere daha ortaya
çıktı. Mesele şu ki, kim hangi kandan olursa olsun, önce yaşadığı toprakları
sevmek, yasalarına uymak zorundadır. Devlet tarafından da insanlara belirli
milletlerin propagandası yapılamaz. Bu takdirde her görüşün bir karşı hareketi
yeşerir. Önemli olan ekonomik bağımsızlıktır ki, İsviçre örneği parası güçlü
olan ülkeler bugün dünyanın güçlü ülkeleri sayılıyorlar. Hiçbir şekilde
şövenist düşünmeden, tarihi gerçekleri gözönünde bulundurduğumuzda binlerce yıl
içinde Yahudiler’den çok Türkler’in kıyama uğraşmış olduklarını anlıyoruz.
Fransız edibi Arthur Koestler’in “13
Kabile”
adıyla yayınladığı eserinden de anlaşılıyor ki, Türk boylarına mensup Peçenek,
Avar, Kuman, Alan
ya da bir başka grup, Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında sıkışarak kaybolmuş
durumdadırlar. Ruslar, Peçenekler’e “Poleveç” adını verirler ki,
Kiev’in kurucusu Kral Rurik adıyla tarihe geçen sima da aslen Türk soyludur. Ne
var ki, geçmiş dönemlerde, hatta en belirli olarak 1789 Fransız İhtilali’ne
kadar, devlet kimliği ön planda yer alıyor, millet fazla önem taşımıyordu.
Belki de Batı’dan bizlere şırınga edilen husus buydu. Çünkü Alman ırkının Latin
baskısı altında eriyip kaybolacağını gören “Roma-Cermen İmparatorluğu’ndaki
Alman erimesine karşı çıkan Martin Luther King, kendisine en yakın 12 dostunu
çarşıya, pazara, köylere gönderirken şöyle diyordu: “Gidin, dolaşın, bana
kökü Almanca kelimeler getirince getirin, Saray’dan uzak durun, halkın arasında
dolaşın”
Roma-Cermen İmparatorluğu uyruğunda olanalar Martin Luther çıkmamış olsaydı
günümüz çağında kendilerini Latin ve İtalyan hissedeceklerdi. Martin Luther, 12
yıl çalışıp İncil’i Almanca’ya çevirdikten sonra Almanlar kimliklerini buldular
ve bu çalışmalar sırasında Luther’in sponsorunda bugün Batılıların “Muhteşem”
adını verdikleri Kanuni Süleyman’dı.
Güreş ve Folklor
Güreşin folklorla, milletlere ait kültürle çok
yakından ilişkisi bulunur. Bu sadece bize özgü değildir. Sözün gelişi
Japonya’da ki bu Uzak Doğu Asya Ülkesine pekçok seyahatlerin oldu, onların bir
numaralı sporu Sumo adı verilen bir tür güreştir. 120’yi aşan Japon TV kanalı
bir yıl boyunca en çok yayını “Sumo” güreşiyle ilgili
olarak yapar. Çünkü bir milleti yaşatan özelliklerin başında “kültüre” sahip çıkmak, çok önem
taşır. Yusuf Has Hacip, “Mutlu bilgiler” adını verdiği eserinde
günümüzden bin yıl önce bir atalar sözümüzü ver verir. Bu sözler şöyledir: “İl
kalır, töre bırakılmaz…” Bunu günümüz Türkçesine çevirdiğimizde “Vatan
bırakılır, töre bırakılmaz” demek olduğunu anlarız. Nitekim törelerini
bırakmayan, kendi aralarında yardımlaşan ve haberleşen nice uluslar,
yaşadıkları topraklardan sürüldükten 2 bin yıl sonra yeniden oralara dönerek
devlet kurdular. Ayntaşn’ın dediği gibi “Herşey gelip geçici.
İnsanların gün, ay, yıl, yüzyıl, bin yıl diye adlandırdığı hemen herşey yalan…” “İnsanların
vakit saat ayarları” izafi…
Çağımızın Şampiyonları
Bulgaristan’la Türkiye arasındaki sorun “rejim”
kaynaklıydı. 73 yıl sonra 1917-1990 komünist siyaset sona erince halklar yine
birarada yaşamağa başladılar. Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde büyük bir
şampiyon Naim Süleymanoğlu, Türkiye’ye kazandırıldı. Naum Şalamanov adıyla
lanse edilmeğe çalışan “Cep Herkülü” lakabıyla namlı bu
büyük sporcudan rahmetli Özal’a ilk bahseden kişiydim. O da bunu hiçbir zaman
unutmadı ve bazı dış gezilerine birlikte gittik. Özal, Cumhurbaşkanı
seçildikten sonra da spor olaylarını çok yakından izledi. 3 Olimpiyat altın
madalyasını Türkiye’ye taşıyan Ay-yıldızlı forma altında tam 22 defa dünya
şampiyonlukları kazanan Naim, şimdi Sydney Olimpiyatlarına hazırlanıyor. Bu
arada 1997 yılından itibaren dünyada bir numaralı halterci sayılan Halil
Mutlu’nun da Bulgaristan doğumlu olduğunu belirtmeliyiz. Fedail
Güler
ki dünya rekorları kırmıştır, onun yanında Erdinç Aslan da keza Bulgaristan
doğumludurlar.
Büyük Güreşçiler
Çok tanınmış. Dünya tarihine geçmiş modern
Olimpik güreş yapan kimi adları saymadan önce Türkiye’mizde Yılın Sporcusu
seçilen Ali Hüryılmaz’ı da buraya kaydetmeliyiz. Ali olağanüstü bir sporcuydu.
Bisiklette bütün değerleri yeniledi, sonra kırıldı. Birleşik Amerikalara kapağı
attı ki bir 15 yıl var, kendisinden bir daha haber alınamadı. Bulgaristan’dan
Türkiye’ye ilk göç edenler arasında Hüseyin Akbaş’ın amansız rakiplerinden
Necdet Zalev’i saymamız gerek. Necdet ile Akbaş, 1960 Roma Olimpiyatlarında
sonra 1964 Yanbolu Balkan Şampiyonasında kapıştılar. Bulgaristan’ı temsil eden
Türk asıllı bir sporcu Türkiye’yi temsil eden rakibine yenilirse “Bunu bilerek
yaptın” iddiasıyla o dönemdeki rejimin bekçilerinden önemli zararlar
görüyorlardı. Necdet Zalev, Türkiye’ye göçtü, Zalev soyadını “Kurt”a
çevirdi ama pehlivanlık artık ondan geçmişti. Minderlere çıkmadı. 1972
yıllarında Anavatan’a ayakbasan Muharrem Atik, yiğit mi yiğit bir Deliorman
Türk’ü olarak tarihe geçti. 1968-1993 dönemine rastlayan “madalyasız yıllarda”
Türk Güreşi’nin temelini yeniden kuran adam olan Doç. Dr. Muharrem Atik,
Bulgaristan’da iken komşu ülkenin önemli pehlivanlarından Enü Volcev’le
güreşmiş ve onu yenmiş bir değerdi. Mahmud Demir, Ahmet Orel, Selahattin Yiğit,
Selahattin Öztürk, Turan Ceylan, Metin Kaplan ve Ahmet Ak gibi şampiyonları
1938 Kırcaali doğumlu Muharrem Atik (Caferov) yetiştirdi. Fahri Yenigün, Burhan
Sabancıoğlu, Halit Akgün, İbrahim Akgün, İsmail Hüsetinov (Kosukoğlu), Şenol
Tenekecioğlu, Hayri Sezgin, Sıtkı Kadiroğlu, İrfan Çavuşoğlu, Emin
Tenekecioğlu, Yusuf Cambaz, Yüksel Dinçer, İsmail Faikoğlu, Kamil Kocaoğlu,
Remzi Murodoğlu, Sezgin Ayık, Rahmi Harunoğlu, Mustafa Hafızoğlu, İsmail Abilov
(Nizamoğlu) Bulgar Milli Takımıyla çıktığı Kanada Turnesini yarıda bırakarak
Türkiye’ye iltica eden İlyas Şükrüoğlu, Efrahim Kamberoğlu, Ali Kayalı
özellikle Zekeriya Güçlü, spor tarihimizde yer alan Bulgaristan doğumlu güreşçilerin
en başarılı olanlarıdır. Efrahim Kamberov’un “ad” değiştirme olayları
sırasında “Karanfilov” falan eklemelerle milliyetinin değişeceğini sanan
kimi art niyetli, komşuluk prensiplerine uymayanlar, daha sonra bu delikanlının
Türkiye’ye gelerek Ay-yıldızlı forma altında ülkemize Avrupa Üçüncülüğü (1991
Stuttgart) kazandırdığını gördüler. 1990 yılında minik bir çocuk iken
güreşlerini görüp “Türk Güreşinin Ağır Topu” başlığı altında kendisini tanıttığım
Zekeriya Güçlü, tam 7 yıl Mahmud Demir’in gölgesinde kaldıktan sonra 1997
yılında Sibirya’nın göbeğinde (Krasnoyaraks) Türkiye’mize serbest kapışmaların
hem de ağır sıkletinde dünya şampiyonluğu kazandırdı. Ali Kayalı, Remzi
Muradoğlu, hem Türk hem Bulgar Milli takımı forması altında önemli sonuçlar
alan yarışmacılardı.
Neden Balkanlar ve
Kafkasya
Toprak ana, üstünde yaşadığı insanlara “fıtri”
bir yetenek verir. Sözün gelişi dünyada hiç kimse İspanyol kadar iyi gitar,
Alman kadar iyi piyano çalamaz, İngiliz gibi de iyi kriket oynayamaz.
Yeryüzünde Türkler gibi de iyi güreşen yoktur. Baba, oğul, dede, birkaç kuşak
bir işle uğraşmışsa elde edilen beceri genetik olarak nesilden nesile geçer,
ticari beceride, askerlikte, güzel sanatlarda ve sporda “genetik” özelliklerin rolü
bulunur. Toprak ana, İsveç’te yaşananlarla İsveç’te ki bitki örtüsünü, Çin’de
yaşayan insanlarla Çin’de bulunan bitki örtüsünden ayırmıştır. Toprak Ana’nın
insanlara ve bitkilere verdiği özelliğe “Genotik” özellik denir ki,
İnsanların topyekün canlıların karakteristik oluşumlarında “Genotik”
özelliklerin payı ölçüsüzdür. Toprak Ana, kendisine “hain” davranılırsa üzerinde
yaşadığı canlılardan intikam alır. Sözün gelişi Hollanda’da bir inek, her gün
40 litre “süt” verirse, çevre katliamı yapılan yörelerde bir inekten ancak “üç
dört” litre süt alınabilir. Bütün canlıların insanlardan bitki ve
böceklere kadar hayat çizgisi de toprağa verilen kıymetle oranla artar ya da
azalır. Bu gerçeği gözönünde bulundurduğumuz dünyanın en sağlam, en uzun ömürlü,
aynı zamanda en iyi güreşen insanlarının bitki örtüsüyle adeta yeryüzü
cennetini andıran Deliorman civarıyla Kafkasya’dan çıkmasının normal olduğunu
anlarız. Askeri alıştırmalar açısından önem taşıyan “Pehlivanlık
çalışmalarında”
kat edilen genetik beceri kuşağı da Deliorman ve Kafkasya’da sağlam temeller
oluşturmuştur. Türk Güreş tarihine geçen belli başlı bütün önemli güreşçilerin
%95’i de Deliorman ya da Kafkasya bölgesinden Anadolu’muza gelip yerleşmiş
ailelere mensuptur (Yaşar Doğu, Nurettin Zafer, haydar Zafer, Ali Yücel, Adil
Candemir, Servet Meriç, Hamit Kaplan, Gazanfer Bilge, Mithat Bayrak, Sırrı
Acar, Zekeriya Güçlü, Mustafa Dağıstanlı, Remzi Musaoğlu, Kazım Ayvaz gibi…)
Genetik özellikleri, temizhava, besleyici, su zenginleştirir. Temiz havada
yaşayan, mineral özellikleri yüksek su içen, ayrıca dengeli beslenen, genetik
olarak ailelerinden kendilerine intikal eden beceriyle başarıya ulaşırlar.
Hangi dalda olursa olsun bir insanın dileği işi başarması için önce hedefini
seçmesi gerekir. Hedefini seçen bir dilediği zirveye %50 oranında yaklaşmış
demektir, bundan sonraki bölüm, onun çalışmalarına bağlıdır. Törenlerin güreşle
süslü olması, düğünlerde bayramlarda güreş sporu, yapılması çevre gençlerini de
etkileyip bu spora yöneltir. Deliorman ve Kafkasya bu bakımdan dünyada belirgin
izler taşıyan bölgelerdir. Çevre, Toprak Ana birlikte yaşadığı canlıları adeta
tornadan geçirir, dilediği şekli verir. Sözün gelişi Çin’de bir yıldan beri
yaşayan ve sadece kendi aralarında evlenen Yahudiler, giderek fiziki açıdan
aynen Çinlilere benzemişlerdir. İslamiyet’in güreş sporunu övmesi,
Peygamberimizin amcası Hazreti Hamza’nın, damadı Hazreti Ali’nin namlı birer
Pehlivan olmaları da, dini öğelerle folklorun süslemesi neticesinde güreş
zenginliğinin meydana çıkmasında payı vardır.
Kaynak
- İsmail Kahraman, “Balkanlarda Osmanlı Medeniyeti Belgeseli – I Bulgaristan”, Gebze Gazetecilik ve Matbaacılık tesisleri, s. 58-67
- TTK Başkanlığı Osmanlı Arşivleri
- İslam Ansiklopedisi, Balkanlarda Türk Mührü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder