17 Nisan 1940 yılında 3803 Sayılı Köy Enstitüleri Yasası TBMM’de onaylanarak Türkiye’nin birer aydınlanma Meşaleleri olarak kuruldu.
Köy Enstitülerinin Kuruluş
20. yüzyılın ilk yarısında çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir 20. yüzyılın ilk yarısında çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir cumhuriyet yaratan Ulusal Bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşımızdı (1919–1923). Savaştan sonra kurulan yeni devletin kısa sürede gelişip ilerlemesini etkileyecek, yerli bir eğitim ve kalkınma seferberliği olan Köy Enstitüleri hareketidir (1935–1946).
Özgün bir eğitim ve kalkınma örneği olarak bizde ve dünyada yankıları süren Enstitü sisteminin dayandığı sağlam temeller, kullandığı yöntem ve ulaştığı verim incelendiğinde, felsefesi, itici gücü ve önceliklerinin Ulusal Kurtuluş Savaşı birikimimizle ve Atatürk’ün devrim felsefesiyle çakıştığı görülüyor.
Dört yılı süren Birinci Dünya Savaşının (1915–1919) ardından imparatorluğu paylaşmakta olan yabancılara ve onlara göz yuman Osmanlı yönetimine karşı Mustafa Kemal ve arkadaşlarının çevresinde örgütlenen ulusal güçler, ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü için savaşarak o beklenmeyen başarıyı sağladılar. Üstelik halkın orta yaş kuşağının büyük bölümü önceki savaşlarda ölmüş, sakatlanmış ve hastalanmıştı. Ülke yanmış yıkılmış ve paylaşılmış olarak yaşlılarla kadınların ve çocukların eline kalmıştı. Tüm olumsuzluklara karşın Türkiye’yi bu savaşımda başarıya götüren başat etkenlerden birinin, ortak akıl ve ulusal dayanışmanın yarattığı “Kuvayı Milliye Ruhu” dediğimiz toplumsal güç olduğu biliniyor. Bu olgu Kurtuluş Savaşımızın belirleyici öğesidir.
İmparatorluğu “hasta adam” olarak gören savaş devletleri böyle bir savunma savaşımı karşısında hastalığın halkta değil, yönetimdeki “Osmanlı kafası”nda olduğunu anlayarak, savaştan sonra Mustafa Kemal’in kişiliğinde Türk ulusunu alkışladılar. Yeni devleti tanımada sıraya girerek uluslar arası ilişkilerini düzeltme yoluna gittiler.
Kurtuluştan sonra yeni cumhuriyetin önceliği uygarlığı yakalamak, çağdaş dünyadaki yerini almaktı. Bu amaçla bir yandan ölüm kalım savaşı verilirken, öte yandan “çağdaş Türkiye” planı hazırlanıyor, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanda yapılacak atılımlar gündeme alınıyordu.
Yenileşme ve uygarlaşmanın araçlarından birinin eğitim olacağını iyi bilen Mustafa Kemal, “halkın iyi bir eğitim görmesi” yolundaki görüşlerini daha savaş yıllarında dile getirmeye başlıyor.
Özellikle köylülerin bir an önce eğitimden geçirilmesini zorunlu görüyor. Onun Türkiye’si bir köyler ülkesiydi çünkü. Halkının yüzde sekseni köylüydü. “Savaşlarda eline silah tutuşturulan, barışta en ilkel üretim araçlarıyla ülkeyi beslemek zorunda kalan, okumasız yazmasız o yüzde seksenler” gereksinmelerine uygun çağdaş bir eğitimden geçirilmeliydi. “Türk halkının eline silah kadar makine de yaraşır” diyerek, özlemindeki yeni toplumun ve eğitimin niteliğini belirtiyor, bu konuda ivme istiyor.
Köy Enstitülerinin Önemi
Köy Enstitülerinde gelişen demokratik ortamın belirleyici öğelerinden biri, önceden benzeri olmayan “sürekli yatılı-karma eğitim” modelidir.
Köy Enstitüleri yalnızca öğretmen yetiştiren kuruluşlar olmayıp, bulunduğu çevreyi araştıran, geliştiren ve çevrenin kalkınmasını da üstlenmiş kurumlar olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda yerine getirdiği işlevin önemi tartışılamaz. Köy Enstitüleri kırsal yörede toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı sağlamak; bu alanda ilgili gerekli elemanları yetiştirmek için kurulan yapılar olmuştur. Bu dönemde köy çocukları eğitildikten sonra köylerine tarımda, işte, sanatta, zanaatta ve sağlık alanlarında öğretmen olarak geri gönderilmişlerdir.
Çok değişik ve çarpıcı bir girişim olan Köy Enstitüleri hareketi belki de dünyaya örnek bir projedir. Ne yazık ki önemi halen yeterince anlaşılamamıştır. Köy Enstitülerinin başlıca amacı kırsal alanı kalkındırmak, köylüyü eğitmek ve eğitmenlerle köylüyü üretici duruma getirmekti. Köy Enstitülerinde yaşam, dönemin öğretmen ve öğrencilerinin anlatımı ile tam "birliktelik, katılım, yetki" ve "sorumluluk" eksenlerine oturtulmuştur. Enstitülerde kararlar yönetici-öğretici-öğrenci üçlüsünün katkı ve onayıyla alınmıştır.
Köy Enstitülerinden yetişen nesiller, farklı fikir düşüncelerini hazmetmiş ve saygı duymuş, halkta hâkim olan mukaddesata ve o düşünceleri benimseyen insanlara anlayışla yaklaşmış ve bunun bir hoşgörü olduğunun bilincindedirler, bu doğrultuda da hareket etmişlerdir.
Ülkenin içinde bulunduğu bu sorunlara bir çözüm yolu bulmak amacıyla yapılan önemli etkinliklerden biri, öğretim birliğini sağlamak amacı ile 1924 yılında “Tevhidi Tedrisat” yani “Öğretim Birliği Yasası”nın kabulü oldu. Yasanın kabulü ile din öğretimi kaldırılarak eğitim ve öğretimde ”öğretim birliği” sağlandı.
1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında ülkemizdeki okuma-yazma oranı yaklaşık %8 dir. Bu oran erkeklerde % 13, Kadınlarda %3 olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde nüfusun yaklaşık %80’i okuma-yazma bilmektedir. Hedef %100 dür.
Atatürk, 1928 yılının 9–10 Ağustos gecesi İstanbul Sarayburnu’nda yapmış olduğu konuşmada yeni yazı ile tüm yurttaşlarımızın okuma-yazma öğreneceğini söylemiştir. Yeni harflerin öğrenilmesi için yurdun her köşesini dolaşmış, tahta başında kendisi dersler vermiştir.
3 Kasım 1928’de “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. Yeni harflerle okuma-yazmayı öğretmek için 1 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” açıldı. Yine aynı amaçla 1930’da “Halk Okuma Odaları” açıldı. İnsanımızın okuması ve kültür etkinliklerinde bulunması için de “Halkevleri” açıldı. Bütün bunlar Atatürk’ün ulusunu çağdaş uygarlık aşamasına ulaştırma ülküsünü uygulamaya koymasından başka bir şey değildi.
1936-1937’de Eğitmen Kursları açıldı. 1937–1939 yılları arasında 4 köy öğretmen okulu hizmete girdi. Bu okullar 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri’ne dönüştürüldü.
Köy Enstitülerini Atatürk ilkelerini yaşama geçiren ilk eğitim kurumları olarak algılamak yanlış olmayacaktır. Köy çocuklarımıza üretime yönelik eğitim ve öğretim verilen bu okullar “Halkçılık” ilkesinin en canlı ve somut örneğini oluşturmuştur. Osmanlı eğitim anlayışının ürünü olan “kalem efendisi” yerine iş yapan, üreten, becerilerle donanmış kişiler yetişmesi temel alınmıştır. Daha sona bu öğrenciler köye eğitim hizmeti götüren insanlar olmuştur.
Coşkuyla Kutladığımız Toplumu Birleştirici Bayramlardan bir Örnek
Unutulmaya yüz tutmuş bu kültür öğeleri, halkevleri aracılığıyla kentlerde de su yüzüne çıkarılmaya çalışılıyordu. Ama yaygınlık yaratmak kolay değildi. Enstitüler yalnızca ekip yetiştirmediği, herkesin katılımını amaçladığı için yaygınlaşması da kolay oluyordu. Öğrenciler gittikleri yerlerdeki şenliklerde bu oyunlarla çıkıyorlardı ortaya. Halın geleneklerinden, geçmişinden süzülüp gelen ritim ve ezgilerin, ilginç folklorik motiflerin güzelleşmiş ve zenginleşmiş olarak ortalığı şenlendirmesi, herkesi şaşırtıyor, onları katılıma çağırıyordu.
1945 yılı 19 Mayısında Ankara’da yaşandı. O yıla kadar Ankara Stadyumu 23 Nisanlarda, 29 Ekimlerde, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramları'nda çeşitli öğrenci gösterileriyle dolup taşardı. Ülkenin her yanından gelen izci grupları, Samsun’dan getirilen 19 Mayıs toprağı, Gazi Eğitim Beden Eğitimi Bölümü’nün İsveç örneği jimnastik gösterileri; havacı, denizci ve karacı Harbiyelilerin askerlik sıkıdüzeni içinde sergiledikleri birbirinden güzel akrobasi hareketleri, yürüyüş örnekleri vb. gösterileri, stadyumu dolduranlara göğüs kabartıcı coşkular yaşatır, alkışlar toplardı. Bu gösterilen programlanışı, ritmi ve tekniği, çoğunlukla Selim Sırrı Tarcan vb. uzmanların, Batı’dan taşıdıkları modern jimnastik ve spor bilgilerine göre düzenlenmiş olurdu.
O güne kadar stadyuma ulusal oyun ve ritimler hiç girmemişti. 1945 yılı 19 Mayısında Ankara stadyumunda halkı nerdeyse göklere çıkaran, alışılmamış bambaşka bir hareket sergilendi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün 500 kişilik ulusal oyun ekibi, davulları ve çok sayıda akordeon vb. çalgılarıyla Ankara Garının önünde görününce başladı halkın çığlığı. Daha ekip stadyuma girmeden “Hasanoğlan!... Hasan-Âli!...” sloganları göklere yükseliyordu. Hasanoğlanlılar, yüzyıllardır bir yerlerde sıkışıp kalmış halk kültürünün kapısını açmış, o tanıdık sesi ve ritmi stadyuma getirmişti. Artık oradakiler için ilginç olan, ne Gazi Eğitim’li şortlu kızların cimnastik gösterileri ne Harbiyelilerin havadan ve karadan yürüttükleri görkemli hareketti. Hasanoğlan Köy Enstitüsü Sporbaşı Sıtkı Şanoğlu’nun yönetiminde stadyumda yerini alan 500 kişilik oyun ekibi ve onların müziğiydi halkın ilgi odağı. Oyun Başkanı Zekeriya Kayhan’ın işaretiyle davulun vuruşları ve akordeonlardan arka arkaya boşalan, Bengi, Arpazlı ve Dağlı zeybeklerinin müziğiyle havalanan beyaz gömlekli, lacivert asker kumaşı pantolonlu kızlı-erkekli oyuncular, stadyumu dolduran halkı kendi ritmine ve sesine ortak etmişti. Ankara Ankara olalı halkın sesiyle ve ritmiyle ilk kez böylesine bütünleşiyordu. Halk büyülenmişti. Çoktan kaybettiği bir şeyi bu oyunlarda buluşmuşçasına bir sevinç ve coşkuyla ayağa kalkıyor ve bağırıyorlardı: “Hasanoğlan!.. Hasan-Âli!...”
5–6 akordeonun birlikte çaldığı, davulların vurduğu oyunlarla öğrenciler kıvraklaşırken, stadyum, her oyunda yeniden ayağa kalkıyor, yer yerinden oynuyordu. Öğrencilerin değişen müziğe göre değişen ritmine eşlik edenler yeniden harekete geçiyor, çığlıklar yeniden yükseliyordu göklere… Alkışlar, alkışlar, alkışlar… Ancak bir tek üzücü yanı vardı olayın: Atatürk’ün bunu görememesi. Kendi sesimiz, ritmimiz ve kültürümüz karşısında duyulan bu ulusal coşku, Atatürk’ün en çok görmek ve yaşamak istediği, içinde kalan bir özlemdi. Gittiği yerlerde hasta durumda bile Sarı Zeybeğe durması, Harmandalına kalkması bundandı.
Halk, kuşaktan kuşağa geçirdiği ama tam kullanamadığı, ayıp bile saydığı bu öz ritim ve seslerin kenarda köşede unutulmuş olduğun sanıyordu. Hele okullarda kullanılacağını, yüzlerce kişiyle ve stadyumda davullu, akordeonlu oynanabileceğini, oralara taşınacak kadar değerli olduğunu bilmiyordu. Bunu öğrenince yüzyılların özlemiyle durmadan bağırıyordu: “Hasanoğlan!... Hasan-Âli!...”
1941 yılında açılan Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün yerleşkesinde eğitim-öğretim faaliyetine devam eden Hasanoğlan Atatürk Anadolu Öğretim Lisesi’nde günümüzdeki durumunu öğrenmek istiyorsanız. Lütfen, 31 Mayıs 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin 8 inci sayfasındaki Zeynep Şahin’in yazısı okuyunuz.
Cumhuriyetin onuncu yılına yakın kurulan Halkevleri, Halkodaları ve sonrasının Köy Enstitüleri üçlüsü “Halk Eğitiminin” temelini oluşturmuşlardı. Bu kuruluşların, özellikle “Köy Enstitülerinin” görevi, köylüye yalnız okuma-yazma öğretmek değildi. Amaç, köylünün bütün yaşamını toplum içine almaktı. Güç de olsa başarıldı. Köy Enstitüleri bir sosyal sorumluluk projesiydi.
Demokratikleşme ve demokrasi hareketi öncülüğünde koşan “Demokrat Parti” 1950 yılında iktidara geldi. Bu parti tüzüğüne koyduğu birikimini bir yana koyarak gericiliğe çanak tutmuş ve halkevlerine, halkodalarına ve Köy Enstitülerine karşı olmuştu. Demokrat Parti bu tutumuyla, devrimlere karşı olmuştu. Demokrasiye biçimsel ve yüzeysel açıdan baktı ve popülizm içinde tıkandı. Bu nedenle, Köy Enstitülerinin kapatılışı bir siyasi mizahtır diye düşünüyorum.
1950’de, dengesiz bir kalkınma projesi uygulandı. Planlı olmayan, keyfi ve popülist çizgisindeki bu proje “köylerden kentlere göçtü” hızlandırdı. Bugünkü trajik gecekondu soruları, o yılların çarpık ve yanlış çalışmalarının sonucudur. Köyler boşaldı, tarım aksadı, hayvancılık tükendi. Kentlerimiz güzel kimliklerini yitirdiler. Kentlerde şehirleşme, modernleşme adı altında grileşme ağırlık betonlaşma, doğal güzellikleri yuttu. Kalkınma projeleri diye yola çıkıldı. “Devrimle demokrasinin bir sentezi” bekleniyorken daha önce başlatılan devrimlere karşı olundu. Demokrasiye yüzeysel ve biçimsel bir açıdan bakıldı. Köylerden kentlere göç hızlandı. Ortak akıl yürütülseydi, Köy Enstitülerinin ülkemiz için ne kadar yararlı olduğu görülecekti; Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla “eğitimin köylerdeki yüzü, yeniden karanlığa çevrildi.”
Köylerden kentlere yoğun göç, kentlerimizin kimliğini yitirmesine neden oldu. “Laik ve ulusal yurttaş” kimliğine ulaşılacak yol tıkandı. 1950 ve sonrası uygulanan siyasette din; “vicdani sorumluluktan” çıkıp “siyaset/ticaret/tarikat” üçlüsüne yöneldi.
Yeniden, “Köy Enstitüleri”ni aynı koşullarda köylerde kurmak, bugün için olanaksız diye düşünülebilir.
Önerim, Köy Enstitülerin eğitim sisteminin, bugünün bilimsel, teknolojik ve çağdaş yapısına uygun olarak yenileşmeci yüzüyle yeniden gündeme taşımak olmalıdır. Görevimiz gençlerimizi üretken, yaratıcı yapıcılığa yönlendirmektir. Gittikçe büyüyen ve nüfuslarıyla şişen kentlerimizin insanlarını da sosyalleşmeleri, üretken olabilmeleri, genç nüfusun toplumcu bir yapıya ulaştırılabilmeleri için “Halkevleri” yeniden kurulmalıdır. “Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri” eğitimimizin aydınlık yüzü kurumlardı. Kapatılmamalıydılar. Bu aydınlıkçı kurumların kapatılması eğitim yazgımızın yenileşmeci kimyasını bozdu. Ülkemizde yeniden kanlıklara durdu aydınlıklar!... Yazık oldu!...
Kaynaklar
- Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri, 2 Baskı, İstanbul, Kültür Yayınları 2000, s. 164–165)
- Server Tanilli, Bir Bakıma, Hasan Âli Yücel Derken… Cumhuriyet Gazetesi 7 Aralık 2007
- Sibel Bahçetepe, Köy Enstitüleri Yeniden Açılsın, Cumhuriyet Gazetesi 17 Nisan 2008, s.6
- İ.H. Tonguç, Canlandırılacak Köy, s.11. ve s.313–314, 3 Baskı Kasım 2007,
- Ali Arayıcı, Kemalist Dönem Türkiye’sinde Eğitim Politikaları ve Köy Enstitüleri, İstanbul, Ceylan Yayınları, 1999
- İ. Gürşen Kafkas, Halkevleri ve Köy Enstitüleri Gerçeği, Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ocak 2008, s.17
- http://www.meb.gov.tr
- acem200@hotmail.com
- http://www.tarihvakfı.org.tre/toplumsal tarih
- Fuat Ovat, Köy Enstitülerinin Programı, Kuruluşunun 50. Yılında Köy Enstitüleri, Eğit-Der Yayınları–2, 1990, s.50–70
- Bayram Kum, Köy Enstitüleri ve Kepirtepe Köy Enstitüsü, 23 Ekim 2002,
- Can Dündar, Köy Enstitüleri, Ankara, İmge Kitapevi Yayınları, 2000
- Niyazi Altunya, Köy Enstitülerinin Tarihçesi, Kuruluşunun 50. yılında
- Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sisteminin Düşünsel Temelleri, 2. Baskı, Ankara, 2000.
- Burhan Aytekin, Birer Aydınlanma Meşaleleri Köy Enstitüleri, 4 Haziran, 2008, s.10.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder