Sayfalar

29 Mayıs 2012 Salı

Avrupa Baharı

Avrupa Baharı
Sevgili dostlarım Yunanistan'ın Batı Trakya Bölgesinde Çıkan Batı Trakya Net sitesinde okuduğum bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Herkes merakla Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan “Arap Baharı” ile ilgili haberleri izliyor. Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Suriye’ye ve hatta bütün diğer Arap ülkelerine sıçrayan siyasi bunalımlar büyüyor.
Birindeki kriz, diğerindekini tetikliyor. Arap dünyasında rejimler, liderler, yönetimler değişiyor. Meydanlarda isyancılar, ellerinde pankartlar, polis barikatlarının önünde öfkeyle haykırıyorlar; Onları fakirleştirenlerden hesap soruyorlar.
Ama bunlar Avrupa’da da oluyor. Üstelik biraz daha şiddetli… Belki süreç Avrupa’da daha demokratik ve daha sakin görünüyor, ama yaşananlar ve sonuçları kesinlikle daha fazla belirleyici…
Neoliberalizmin Paris’te Son Tangosu…
Mayıs 2012′de Fransa’da Nicolas Sarkozy, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sosyalist Francois Hollande karşısında kaybetti. Sarkozy ekonomik krizin ve onun getirdiği sarsıntıların Avrupa’daki son kurbanı oldu.
Sarkozy, yine bir Mayıs günü 16 Mayıs 2007’de Merkel ile ortaklığını tarif ederken, Alman-Fransız dostluğunun “kutsal” olduğunu ve “asla tartışma konusu olamayacağını” ilan etmişti. Paris-Berlin ekseni bütün Avrupa’ya ve Avrupa Birliği’ne egemen oldu. Sarkozy 2007’den itibaren ekonomide reform programı uyguladı.
Ama Sarkozy’nin izlediği neoliberal politikalar, küresel ekonomik kriz ve Avrupa’daki borç krizi üst üste binince, Fransız seçmen de yeni bir gelecek kurmaya karar verdi. Bunun sonucunda “güneş çarpmış Napolyon” gibi Sarkozy yerine sosyalist aday Hollande kazandı. Nihayetinde “Merkozy dönemi” sona erdi.
Silvio İçin Bunga Bunga…
Silvio Berlusconi de -Sarkozy gibi- büyük seçmen ve lobi desteğiyle 2008’de iktidara geldiğinde, karşısında onu dengeleyecek herhangi bir güç yoktu. 2008’de başlayan dördüncü Berlusconi dönemi Kasım 2011’de trajik biçimde sona erdi.
İtalya’nın en güçlü adamı umursamaz tavrı, tatsız esprileri, skandalları ve göçmenler konusunda Sarkozy ile aynı fikirde olmasıyla dikkat çekti. Artan borç yükü, yükselen işsizlik ve Avrupa’nın krizi Berlusconi için şartları çok zorlaştırdı.
Berlusconi için ABD Başkanı George W. Bush, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Libyalı Muammer Kaddafi ile dostlukları güçlü bir iktidar için yeterliydi. Berlusconi bir konuda Sarkozy ile aynı yanılgıyı paylaşıyordu. Onun için de çoğunluğun desteği her kararı almak için yeterliydi. Çoğunluk desteği her adımı meşru kılıyordu. Bunun sonucunda Berlusconi için hakaret etmek, suçlamak, küçük düşürücü espri yapmak siyasetin doğasıydı ve elbette onun hakkıydı.
Berlusconi de ülkesini Sarkozy ile aynı sihirli formülle yönetti; Muhafazakâr siyaset, neoliberal ekonomi, karizmatik lider. Berlusconi, devleti bir şirket gibi yönetirken, bu çerçevede eğitim, sağlık, adalet, emeklilik alanlarında reform ve dış politika konusunda ABD ile sınırsız işbirliği gerçekleştirdi.
Berlusconi ülkesindeki makro ekonomik dengeleri koruyamadı. Avrupa Merkez Bankası’na verdiği sözleri tutamadı. Jean-Claude Trichet ve Mario Draghi Roma’nın ekonomi ve finans konularında acilen reformist adımlar atmasını talep etti. Ama Berlusconi bunu yapmadı. Bunun sonucunda istifa etmek zorunda kaldı ve makamını ekonomist Mario Monti’ye terk etti…
Krizin Londra’daki Kurbanı…
Gordon Brown, Edinburgh Üniversitesi’nde tarih bölümüne 16 yaşında kabul edildi. 1983 yılında İngiltere İşçi Partisinden milletvekili seçildi. Devamında İşçi Partisi’nin gölge kabinesinde Ticaret, Endüstri ve Maliye Bakanlığı yaptı. 1997 yılında İşçi Partisi’nin seçim zaferinden sonra maliye bakanı oldu. Bu görevi on yıl sürdürdü. Haziran 2007’de başbakan oldu. Bu zaman diliminde İngiltere yıllık %2,7 ile OECD ortalamasının üzerinde büyüme gerçekleştirdi. Bu oran Avro bölgesinin de %0,6 üzerindeydi. Ayrıca işsizlik de %7’den %5,5’e indi. Ama 2007’de başlayan başbakanlık beklendiği gibi uzun vadeli olmadı. Avrupa’daki ağır krizin büyük baskısı sonucu Mayıs 2010’da bütün görevlerinden istifa etmek zorunda kaldı. Brown bugün sadece milletvekili…
İrlandalı da Pes Etti…
Brian Cowen, 7 Mayıs 2008’de üstlendiği başbakanlığı 9 Mart 2011’e kadar koruyabildi. İrlanda Başbakanı aslında çok iyi bir siyasi kariyere sahipti. 1984’te milletvekili oldu. 1992 ve 1993’te sosyal güvenlik, 1994’te enerji, 1997’de ulaşım, enerji ve kitle iletişim, 1997’den 2000’e kadar sağlık ve çocuk, 2000’den 2004’e kadar dışişleri ve ve 2004’ten 2008’e kadar maliye konularında bakanlık yaptı.
Cowen 2004’te Avrupa Biriliği Konseyi Başkanlığı ve 2007-2008’de başbakan yardımcılığı görevlerini de üstlendi. Cowen 2008’de başbakan olduğunda çok popülerdi. Ama bu popülarite 2011’e kadar hızla eridi. Büyük ekonomik kriz ve borçlar herkesi öfkelendirdi. Cowen ülke tarihinin en az sevilen siyasetçisi haline geldi.
“Zorba’nın Dansı” Kötü Bitti…
George Papandreu, 1984’de PASOK’un merkez komitesine seçildiğinde gelecek için umut veren bir siyasetçi olarak görülüyordu. Papandreu PASOK’ta uzun süre çeşitli önemli görevlerde yer aldı. Tarım kooperatiflerinden olimpiyatlara, kültürden yayıncılığa, dış politikadan eğitime kadar hemen her konuda görev üstlendi.
1988-1989’da eğitim ve dini konular ile ilgili bakanlık yaptı. 1996’da dışişleri bakan yardımcılığı ve 1999’da dışişleri bakanlığı görevlerini yürüttü. Dışişleri bakanı görevini 2004’e kadar sürdürdü. Papandreu 2006’da PASOK başkanı ve 2009’da başbakan ve dışişleri bakanı oldu.
Papandreu Şubat 2010’da ülkenin devlet iflasının eşiğinde olduğunu açıkladı. Papandreu Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası, IMF’den destek sağladı. Söz konusu desteğin sürmesi için çok sert tedbirler uygulamayı kabul etti. Papandreu bu nedenle vergileri artırdı, maaşları düşürdü, kamu harcamalarını kıstı. Ülkede çok büyük kitlesel protestolar başladı. Papandreu Kasım 2011’de istifa etti. Lukas Papadimos yeni başbakan oldu. Papandreu 18 Mart 2012’de de PASOK’un liderliğini Evangelos Venizelos’a terk etti. Ancak Yunanistan hala istikrara çok uzakta… Görünen o ki, kriz Yunanistan’da daha fazla siyasetçinin kariyerini bitirecek.
Bir Kurban da Danimarka’dan…
Lars Lokke Rasmussen, 1998’de Frederiksborg’da belediye başkanıydı. Rasmussen daha sonra 2001’de hükümete girdi. Rasmussen bu dönemde Anders Fogh Rasmussen hükümetinde içişleri ve sağlık bakanlıkları yaptı. 2007’de de Anders Fogh Rasmussen’in üçüncü hükümetinde maliye bakanı oldu.
Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasının devamında Lars Lokke Rasmussen parti başkanlığını ve başbakanlığı üstlendi. Ancak bu görevi kriz nedeniyle Ekim 2011’de bırakmak zorunda kaldı.
İber Yarımadası Yanıyor…
Jose Socrates Portekiz Sosyalist Partisi’ne 1981’de katıldı. Socrates 1991’de parti yönetimine girdi ve sözcü oldu. 2004 yılında genel sekreterliğe yükselen Socrates, 1999–2002 yılları arasında da Antonio Guterres hükümetinde çevre bakanlığı yaptı. 2005 yılında başbakan oldu.
Portekiz’in Temmuz 2007’de Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığını alması, Socrates’e Avrupa’da önem kazandırdı. Socrates 2009’da yine kazandı. Ancak ülke ekonomisinin giderek zayıflaması, artan borçlar Portekizlileri öfkelendiriyordu. Socrates ülkesini borç batağından çıkaramadı. Jose Socrates 23 Mart 2011’de istifasını açıkladı. Bunu üç ay sonra parti başkanlığından istifası izledi.
Madrid’de Kriz Arenası…
İspanya ekonomisi her geçen gün daha kötüye gidiyor. Luis Rodriguez Zapatero krizin İspanya’da devirdiği isim oldu. İspanya’da inşaat sektörü ve devamında bankalar peş peşe krize girdi. Bunu reel sektörde istihdamın azalması izledi. Artan işsizlik ve düşen yaşam standartları her şeyi altüst etti.
Hâlbuki Zapatero 2004’teki seçim zaferinin ardından İspanya için çeşitli konularda başarılı işlere imza atmıştı. Irak’tan İspanyol askerlerini vaat ettiği gibi çekti. Bu durum ABD ile ilişkilerinde pürüzlere yol açsa da, 2008’de bu sorunların tamamını bertaraf etti. Zapatero İspanya’nın Avrupa’nın entegrasyonuna katkısını da artırdı. Zapatero’dan önce İspanya’da Aznar hükümetinin Avrupa entegrasyonu konusunda-özellikle Avrupa Anayasası fikrine- bazı itirazları söz konusuydu.
Zapatero esas olarak İspanya’da sosyal reformlar hedefleyen, İspanyol idari sistemini esneterek güçlendiren ve terör sorununun sonsuza dek aşılması için büyük çaba harcayan liderdi. Fakat Zapatero için 2008’de başlayan ikinci hükümetinin dönemi felaketlerle geçti. İspanyol ekonomisi adeta çöküşün eşiğine geldi. Zapatero’nun ilk tercihi krizi sosyal devletin ödevlerini ihmal etmeden aşmayı denemekti. Ama artan borçlar Zapatero’yu istemediği yola sevk etti.
Zapatero Mayıs 2010’da İspanya tarihinin en büyük tasarruf kararlarını ilan etti. Zapatero erken seçim ilan etmek zorunda kaldı. Aralık 2011’deki seçimleri beklendiği gibi muhalefet lideri Mariano Rajoy kazandı. Zapatero Şubat 2012’de partisindeki görevini de bıraktığını açıkladı.
Avrupa’da seçmenler krizden dolayı öfkeli. İşsizliğin artması, yaşam standartlarının düşmesi kitlelerin siyasi tepkisini artırıyor. Seçmenlerin tepkisinin büyük olmasının bir diğer nedeni ise, Avrupa’da siyasetin merkez noktasında “insan” veya “seçmen” kavramının değil, “şirketlerin karlılığının” yer alması. Daha öncesinde Avrupa projesinde odak olan Avrupalı, artık sadece “müşteri” ve “tüketici” olarak görülmekten memnun değil. Bu memnuniyetsizlik özellikle gelir seviyesinin düşmesiyle daha da arttı.
Bugün hiçbir Avrupa ülkesinde gerçek anlamda bir “muhalefet” söz konusu değil. Örneğin Yunanistan’da “PASOK” veya “Yeni Demokrasi” partilerinin arasında dikkate almaya değecek bir fark yok. O nedenle seçmen “sistem dışı” veya “sistemin periferisinde” yer alan eğilimlere daha çok ilgi gösteriyor. Ultra milliyetçiler, komünistler, Korsan Partisi, Wall Street’i İşgal Et Hareketi ve benzerleri bunun somut örnekleri. Bundan başka Avrupalı bilinen basın kuruluşlarından daha ziyade sosyal paylaşım sitelerine ve internet üzerinden yürütülen enformasyon çabalarına yoğunlaşıyor. Hiç kimse onları bunun için suçlayamaz. Çünkü bilinen medya kuruluşları çok uzun zamandır, krizin başlangıcından bu yana sadece krizin kısa sürede sona ereceğini söyleyerek, her şeyi olduğundan daha basit göstermeye çalışıyorlar.
O nedenle Avrupalı kendisine sorduğu birtakım sorulara dilediği cevapları bulamıyor. Neoliberal politikalar sokaktaki ortalama adamın tercihi değildi. Sokaktaki ortalama adam post demokrasi talep etmedi. Teknokrat yönetimler onun isteğiyle kurulmadı.
Avrupa’da beklenen resesyon yılın ikinci yarısında görülebilir. O takdirde Avrupa’da -bu olasılığın gerçekleşmesi halinde- muhtemelen “ikinci dip nokta” şaşırtıcı olmaz. Üstelik ikinci dip nokta, birinci dip noktadan daha derin de olabilir.
Toplumsal gösterilerin giderek yaygınlaştığı ve sertleştiği Avrupa’da polisin gösterilere müdahalesi de giderek daha sert hale geliyor. Gösteriler ve gösterilerdeki şiddet artmaya devam ederse, mahalle ve kent ayaklanmaları hiç şaşırtıcı olmaz. Üstelik bu defa “muhalefet” ve “muhalif tepki” mevcut sistemin çerçevesi dâhilinde yaşanmayabilir. Çünkü Avrupalılar “kendi çıkarmadıkları bir krizi aşmak için, daha fazla çalışıp daha az kazanmayı” kabul etmekte zorlanıyorlar.
İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de ve Yunanistan’da gençler arasındaki işsizlik oranı bu şekilde yükselmeyi sürdürürse, bu ülkelerde geleceğini kaybeden nesillerin tepkisi de artmaya devam edecek. Ayrıca bu nesiller kriz aşıldığında muhtemelen öfkeli, aç ve fakirlikten kurtulamayan bir orta yaş nesli olacaklar…
Bu ülkelerde çok sayıda genç eğitiminden vazgeçip ailelere katkı sağlamak için iş arıyor. Sert tasarruf tedbirleri, artan vergiler ve düşen yaşam standartları bu neslin sahip olduğu bütün kavramları yıkabilir. Bu süreçte alternatif yaşam biçimleri, örneğin komünler ve diğer bazı çizgi dışı yönelimler giderek yaygınlaşabilir.
Avrupa’nın krizi atlatabilmesi için sahip olduğu muazzam büyüklükteki reel sektörünü harekete geçirmesi ve daha fazla üretimi teşvik etmesi gerekiyor. Bu durum sadece ülkelerin uluslararası ticaretteki rekabet gücünü korumak için geçerli değil. Avrupa bunu sosyal düzeni korumak ve toplumsal yapıyı muhafaza etmek için de yapmak zorunda. Ekonomik büyümeyi artıracak bir takım adımlar atılırsa, “Avrupa Baharı” yavaşlayabilir. Avrupa Baharı aksi halde başka liderleri de emekli edecek.
Fransa’nın yeni lideri Hollande önemli bir zafer kazandı. Sarkozy’nin bozgunu Avrupa Baharı için kritik bir kilometre taşı olarak görülebilir. Muhtemelen Hollande’in galibiyeti başka Avrupa ülkelerinde de benzer tercihlerin yönetimleri etkilemesi sonucunu doğuracak. Dolayısıyla Avrupa’da yeniden üretim canlandırılabilir. Artan üretim daha çok istihdam sağlayabilir. Nihayetinde Avrupa’da “finans şirketlerinin yöneticilerinin keyfi ve karlılığı” gibi Avrupalıların mutfak bütçesi de saygı görmeye başlayabilir. Olmazsa? Eğer bu olmazsa, “Avrupa Baharı” sertleşerek devam eder. Üstelik Arap Baharı’ndan da, Tahrir Meydanı’ndan da daha etkili olur.
Kaynak Diplomatik Gözlem http://www.batitrakyahaber.net/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder