23 Temmuz 2015 Perşembe

Türk Gibi Kuvvetli


TÜRK GİBİ KUVVETLİ
Türk gibi Kuvvetli deyimi, Avrupa içen en az sekiz yüzyıllık geçmişi olan bir inançtır
Selçukluların Anadolu’ya ilk girip Bizanslılarla temasa geçtikleri andan itibaren Türk’ün kuvvetini çevrede tanımaya başlamışlardı. Bu dönemde Bizans ve Türk silahşörlerinin katıldıkları silahlı “Mızrak, kılıç-kalkan, gürz… vs.” kuvvet turnuvalarında Türklerin gösterdiği başarılar, haçlı seferleri sırasında Anadolu’nun ve Kudüs yolunun korunması Selçuklulara düşünce bütün Batı devletleri tarafından da öğrenildi.
İlk defa XI inci yüzyıl sonlarında, Haçlı komutanlarından Toulouse Beyi Guillaume IV. Duc D’Aquitaine, Avrupa’da hiç işitilmemiş bu vakimden bahsetti:
Müslümanlar arasında Türkmen denilen son derece kuvvetli aşiretler var.
Bu söylenti kısa sürede şövalyeler arasında yayıldı. Papa haçlı severi için kuvvetli kavmin de altedilmesi gerektiğini bahsederken Fransa Kralı Saint Louis de kendi kendine soruyordu “Türkmen denilen bu kavimle nasıl başedeceğiz”.
Selçuklu başarılarına Osmanlıların da katılmasıyla deyim kendiliğinden yaşamağa devam etti.
1396 tarihinde ki Niğbolu Savaşı’nın yenilgisinden önce Türklerle teması olmayan Avrupalılarda da bu inancın yaratılmasına yaradı. Savaştan sonra Osmanlı coğrafyasını gezmeye gelen Gilles ve Bouvier Türklerden saygı ile bahsetmiştir:
“Türkler çok açık insanlar; Müslümanlar arasında en namusluları ve en iyi savaşçıları… Bütün milletler içinde en kuvvetlileri.”
II. Murad’dan başlayıp Kanuni’de sonlanan devre de bu inancın hergün bir parça daha yerleşmesine yol açmıştır.
Türkler’de Güreş
Türklerin güreşle ilişkisine gelince; bütün insanlıkta olduğu gibi atalarımızda da sporun ilk şeklinin kuvvet denemesi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türk dilinin en güzel eserlerinden biri ve belki de birincisi ve konu bakımından baştanbaşa Türk cemiyet hayatının bir aynası olan Dede Korkut kitabında meydan okumayı şöyle anlatır:
Kâfirün serhaddine irdiler, çadır diktiler. Yügrük atın yügürdüp Kan Tura’lı gürzin göğe atar, inüp yire düşmedin kavrar tutar,
Hey kırk işüm, kırk yoldaşum
Yügrük olsa yarışsam
Güçlü olsa güreşsem
Hak taalâ inayet eylese
Üç canavarı öldürsem
Güzeller serveri saru tonlu Selcen Hatunu alsam
Türk güreş tarihi ile ilgili bir açıklamayı üç kısımda ele almanın gereğine inanıyoruz.
1.     XIX. yüzyılın başına kadar gelen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,
2.     XIX. yüzyılın başında Koca Yusuf’a kadar (1830-1890) geçen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,
3.     Koca Yusuf’tan bu yana belgelere dayanılarak bilinen devre.
Maalesef güreş tarihimizin bu üç devresi de söylentiler içinde kaybolmuştur. Sadece belgelere dayanan yönüyle özetle Türk güreş tarihini vermeye aşağıda çalışacağım.
Selçuklular devrinde Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış sporcu tekkeleri vardı: Pehlivanlar, okçular, gürzcüler tekkeleri gibi. Sporcu yetiştirmeleri için bu tekkelerin şeyhleri ve müritleri aylığa bağlanmıştı ve yemekleri tekkeden sağlanırdı. Selçukluların varisi olan Osmanlılar bu örgütleri olduğu gibi devam ettirmiş ve yaşatmışlardı. Bu sayede İmparatorluğun hemen bütün önemli şehirlerinde mahallere kadar örgütler kurulmuştu. İşin önemli yönü, bu tekkelerin çok başarılı bir yönetim sistemine bağlanmış olmasının yanısıra, sporcuların idman sistemlerinin de tam metodlu bir halde olmasıdır. “İdmanı birgün terk edersen idman seni yirmi gün terk eder” diyecek kadar günümüzün görüşlerine uygun bir görüşe sahip olan Kemankeş Mustafa’nın “Kavsname” adlı eserinden bulabiliriz.
Güreş tekkeleri, Yağlı güreşin adabı oyunların isimleri ve konusunda geniş bilgi almak için de Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi eşsiz bir belgedir. Çelebi’nin yağlı mermer üzerinde yapıldığını belirttiği anlaşılmaktadır. Gerçek Türk güreşi karakucak olduğuna ve yağlı güreş aslında eski Yunanda bulunduğuna göre, iki çeşidin birbiri üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle yağlı güreş duasının Bektaşilik kokması, bir yazarın deyimiyle, Türkler geldiği zaman Anadolu’da mevcut olan usullerin, Türk usullerinin uygulanması ile Müslümanlaştırıldığı anlamını taşımaktadır:
“Allah, Allah! Hacei âlem. Seyyidi kâinat, mucezei mevcudat, pür kemâl ve cemâl Muhammed Mustafaya salâvat. Engürüde eryatır, Rumda Mehemmedi Buhari, Sarı Saltuk, ton kiyer, tuman çeker. Pirimiz hazreti Mahmut-ı piri yarı veli aşkına dest berdesti kafa, sine bersinei muhabbeti Ali aşkına Allah onara…”
Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin Rivayetleri
Yağlı güreş an’anesi bizi tabii olarak, Kırkpınar hikâyesine getirmektedir. Osmanlılardan ilk defa Rumeli kıyısına çıkan Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın yanında bulunan ve hepsi de bu bölgelerin fethinde şehit olan kırk yiğidin adından Kırkpınar’a gelindiği ileri sürülmektedir. Söylentiye göre, Süleyman Paşa’nın öncüleri olan kırk yiğit Rumeli içindeki ilerlemelerinin her molasında silahlarını bir kenara bırakıyor, kispetlerini giyiyor ve güreş tutuyorlardı. Bunlardan Anadolu yakasındayken güreşini paylaşamamış olan ikisi birgün, Edirne civarındaki bir çayırda tekrar tutuşmuşlardı; ancak bütün gün güreştikleri halde bir sonuç elde edemediler. Ay ışığında da geceyarısına kadar güreşen pehlivanlar sonunda yorgunluktan son nefeslerini vermiş ve incir ağacının altına gömülmüşlerdi.
Bir süre sonra o bölgeye dönem ve arkadaşlarının mezarına bir taş dikmek isteyen diğer kahramanlar incir ağacının altında billûr gibi suların kaynadığını, kırk pınarın aktığını görmüşler. Böylelikle Kırkpınar mevkii bir ziyaret mahalli olmuş.
Diğer bir söylentiye göre de 1360 yılında Osmanlı Padişahı birinci Murat, Edirne surları cıvarında bir okçuluk yarışmasını seyrederken bunlardan birinin başarısı ile şaşırmış ve bu başarıya nasıl ulaştığını sormuştu. Okçu ona “Sultanım bu marifeti gençliğimde güreş tutarak elde ettim” dedi.
Bunun üzerine sultan “Her yılın ilkbaharında bu Kırkpınar denilen çayırda sultanlığının bütün güreşçilerinin buluşarak savaşmasını” emretti.
Spor yazarı Eşref Şefik’e göre, Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli yakasına geçen (40) yiğit, Anadolu’da iken her mola verişlerinde güreş yaparlarmış. Rumeli’ye geçtikten sonra Ahırköy çayırına geldiklerinde, içlerinden iki kişi sonuçlandıramadıkları güreşlerini ayırt edebilmek için, tekrar tutuşmuşlar. Gece yarısına kadar güreştikleri halde yine yenişememişler ve ikisi de güreştikleri yerde ölmüşler. Arkadaşları bu iki yiğidi güreş yaptıkları yerde bulunan bir incir ağacının dibine gömdükten sonra Edirne’ye doğru akınlarına devam etmişler. Edirne’yi fetih ettikten sonra tekrar Ahırköy çayırlığına geldiklerinde, o incir ağacının civarından billur kaynaklı bir suyun “Kırkpınar”ın çayırlığına doğru aktığını görmüşler. Bu nedenle “Kırktı bunlar. Bu yakaya ilk ayak basanlardır bunlar…” diyerek o yere “Kırkpınar” demişler. Ölen güreşçilerin anısı için de, öldükleri gün olan HıdırellezRuz-ı Hızır” da her sene güreş yapılması gelenek olmuş.
Tercüman gazetesinde güreş tefrikası yazan (eski bir pehlivan) Murad Sertoğlu’na göre de Rumeli’ye geçen yiğitlerden bir kısmı, “Edirne’nin yanında Ahırköy denilen yerde düşmanı bozmuşlar ve büyük bir zafer kazanmışlar. Ertesi gün, Nevruz imiş… o gün… hemen meydana kırk pehlivan çıkmış… ve birbiriyle kıyasıya boğuşmağa başlamışlar… Güneş batarken güreşlere son verilince… bu kırk yiğit de bulundukları yere çökerek son nefeslerini vermişler… O yere gömülmüşler. Ertesi gün de bakmışlar ki her yiğidin can verdiği yerde bir pınar fışkırmış. Bunun üzerine oraya Kırkpınar adını vermişler ve her yıl Nevruz ayında burada toplanılarak güreşmek âdeti kurulmuş…”
Sonuç olarak, kanıtlayıcı bir belgeyi kaynak almayan bu çeşit yazılar ve halk arasında konuşulan söylentiler, yüzyıllardan beri yapıla gelmekte olan Kırkpınar Güreşlerinin gerçek tarihini yansıtmadığı gibi, onun değerini de küçültmektedir.
Kaynaklar
·        Edirne, Kırkpınar Güreşleri, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, İstanbul 1966.
·        Dede Korkut kitabı, Muharrem Ergin, Ankara 1964, s 70.
·        Dr. Orhan Koloğlu, Türk Güreşi Dünya Minderlerini Titreten Müthiş Türkler, Yavuz Yayınları No.1.
·        Atıf Kahraman, Cumhuriyete Kadar Türk Güreşi Cilt 2, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1029, Kültür Eserleri Dizisi:133, s.156-157
·        Eşref Şefik, Baş Güreşler, İstanbul, 19, s. 6, 7.
·        Murad Sertoğlu (eski bir pehlivan), “Deli Hafız” tefrikası, Tercüman Gazetesi, 16 Aralık 1976.
·        Burhan Aytekin, Edirne Yenigün Gazetesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder