TÜRK GİBİ KUVVETLİ
Türk gibi Kuvvetli
deyimi, Avrupa içen en az sekiz yüzyıllık geçmişi olan bir inançtır
Selçukluların Anadolu’ya ilk girip
Bizanslılarla temasa geçtikleri andan itibaren Türk’ün kuvvetini çevrede
tanımaya başlamışlardı. Bu dönemde Bizans ve Türk silahşörlerinin katıldıkları
silahlı “Mızrak, kılıç-kalkan, gürz… vs.” kuvvet turnuvalarında
Türklerin gösterdiği başarılar, haçlı seferleri sırasında Anadolu’nun ve Kudüs
yolunun korunması Selçuklulara düşünce bütün Batı devletleri tarafından da öğrenildi.
İlk defa XI inci yüzyıl sonlarında, Haçlı
komutanlarından Toulouse Beyi Guillaume IV. Duc D’Aquitaine, Avrupa’da hiç
işitilmemiş bu vakimden bahsetti:
“Müslümanlar arasında Türkmen
denilen son derece kuvvetli aşiretler var.”
Bu söylenti kısa sürede şövalyeler arasında
yayıldı. Papa haçlı severi için kuvvetli kavmin de altedilmesi gerektiğini
bahsederken Fransa Kralı Saint Louis de kendi kendine soruyordu “Türkmen
denilen bu kavimle nasıl başedeceğiz”.
Selçuklu başarılarına Osmanlıların da
katılmasıyla deyim kendiliğinden yaşamağa devam etti.
1396 tarihinde ki Niğbolu Savaşı’nın yenilgisinden önce Türklerle teması
olmayan Avrupalılarda da bu inancın yaratılmasına yaradı. Savaştan sonra
Osmanlı coğrafyasını gezmeye gelen Gilles ve Bouvier Türklerden saygı ile
bahsetmiştir:
“Türkler çok açık
insanlar; Müslümanlar arasında en namusluları ve en iyi savaşçıları… Bütün
milletler içinde en kuvvetlileri.”
II. Murad’dan başlayıp Kanuni’de sonlanan devre
de bu inancın hergün bir parça daha yerleşmesine yol açmıştır.
Türkler’de Güreş
Türklerin güreşle ilişkisine gelince; bütün
insanlıkta olduğu gibi atalarımızda da sporun ilk şeklinin kuvvet denemesi
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türk dilinin en güzel eserlerinden biri ve
belki de birincisi ve konu bakımından baştanbaşa Türk cemiyet hayatının bir
aynası olan Dede Korkut kitabında meydan okumayı şöyle anlatır:
Kâfirün
serhaddine irdiler, çadır diktiler. Yügrük atın yügürdüp Kan Tura’lı gürzin
göğe atar, inüp yire düşmedin kavrar tutar,
Hey kırk işüm, kırk
yoldaşum
Yügrük olsa yarışsam
Güçlü olsa güreşsem
Hak taalâ inayet eylese
Üç canavarı öldürsem
Güzeller serveri saru
tonlu Selcen Hatunu alsam
Türk güreş tarihi ile ilgili bir açıklamayı üç
kısımda ele almanın gereğine inanıyoruz.
1. XIX. yüzyılın başına kadar
gelen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,
2. XIX. yüzyılın başında Koca
Yusuf’a kadar (1830-1890) geçen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi
geçen devre,
3. Koca Yusuf’tan bu yana belgelere
dayanılarak bilinen devre.
Maalesef güreş tarihimizin bu üç devresi de
söylentiler içinde kaybolmuştur. Sadece belgelere dayanan yönüyle özetle Türk
güreş tarihini vermeye aşağıda çalışacağım.
Selçuklular devrinde Anadolu’nun dört bir
yanına dağılmış sporcu tekkeleri vardı: Pehlivanlar, okçular, gürzcüler
tekkeleri gibi. Sporcu yetiştirmeleri için bu tekkelerin şeyhleri ve müritleri
aylığa bağlanmıştı ve yemekleri tekkeden sağlanırdı. Selçukluların varisi olan
Osmanlılar bu örgütleri olduğu gibi devam ettirmiş ve yaşatmışlardı. Bu sayede
İmparatorluğun hemen bütün önemli şehirlerinde mahallere kadar örgütler
kurulmuştu. İşin önemli yönü, bu tekkelerin çok başarılı bir yönetim sistemine
bağlanmış olmasının yanısıra, sporcuların idman sistemlerinin de tam metodlu
bir halde olmasıdır. “İdmanı birgün terk edersen idman
seni yirmi gün terk eder” diyecek kadar günümüzün görüşlerine uygun bir
görüşe sahip olan Kemankeş Mustafa’nın “Kavsname” adlı eserinden
bulabiliriz.
Güreş tekkeleri, Yağlı güreşin adabı
oyunların isimleri ve konusunda geniş bilgi almak için de Evliya
Çelebi’nin
seyahatnamesi eşsiz bir belgedir. Çelebi’nin yağlı mermer
üzerinde yapıldığını belirttiği anlaşılmaktadır. Gerçek Türk güreşi karakucak
olduğuna ve yağlı güreş aslında eski Yunanda bulunduğuna göre, iki çeşidin
birbiri üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle yağlı güreş duasının
Bektaşilik kokması, bir yazarın deyimiyle, Türkler geldiği zaman Anadolu’da mevcut
olan usullerin, Türk usullerinin uygulanması ile Müslümanlaştırıldığı anlamını
taşımaktadır:
“Allah, Allah! Hacei
âlem. Seyyidi kâinat, mucezei mevcudat, pür kemâl ve cemâl Muhammed Mustafaya
salâvat. Engürüde eryatır, Rumda Mehemmedi Buhari, Sarı Saltuk, ton kiyer,
tuman çeker. Pirimiz hazreti Mahmut-ı piri yarı veli aşkına dest berdesti kafa,
sine bersinei muhabbeti Ali aşkına Allah onara…”
Kırkpınar Yağlı
Güreşlerinin Rivayetleri
Yağlı güreş an’anesi bizi tabii olarak,
Kırkpınar hikâyesine getirmektedir. Osmanlılardan ilk defa Rumeli kıyısına
çıkan Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın yanında bulunan ve hepsi de bu
bölgelerin fethinde şehit olan kırk yiğidin adından Kırkpınar’a gelindiği ileri
sürülmektedir. Söylentiye göre, Süleyman Paşa’nın öncüleri olan kırk yiğit
Rumeli içindeki ilerlemelerinin her molasında silahlarını bir kenara bırakıyor,
kispetlerini giyiyor ve güreş tutuyorlardı. Bunlardan Anadolu yakasındayken
güreşini paylaşamamış olan ikisi birgün, Edirne civarındaki bir çayırda tekrar
tutuşmuşlardı; ancak bütün gün güreştikleri halde bir sonuç elde edemediler. Ay
ışığında da geceyarısına kadar güreşen pehlivanlar sonunda yorgunluktan son
nefeslerini vermiş ve incir ağacının altına gömülmüşlerdi.
Bir süre sonra o bölgeye dönem ve
arkadaşlarının mezarına bir taş dikmek isteyen diğer kahramanlar incir ağacının
altında billûr gibi suların kaynadığını, kırk pınarın aktığını görmüşler.
Böylelikle Kırkpınar mevkii bir ziyaret mahalli olmuş.
Diğer bir söylentiye göre de 1360 yılında Osmanlı
Padişahı birinci Murat, Edirne surları cıvarında bir okçuluk yarışmasını
seyrederken bunlardan birinin başarısı ile şaşırmış ve bu başarıya nasıl
ulaştığını sormuştu. Okçu ona “Sultanım bu marifeti gençliğimde
güreş tutarak elde ettim” dedi.
Bunun üzerine sultan “Her yılın ilkbaharında bu
Kırkpınar denilen çayırda sultanlığının bütün güreşçilerinin buluşarak
savaşmasını” emretti.
Spor yazarı Eşref Şefik’e göre, Süleyman
Paşa ile birlikte Rumeli yakasına geçen (40) yiğit, Anadolu’da iken her
mola verişlerinde güreş yaparlarmış. Rumeli’ye geçtikten sonra Ahırköy
çayırına geldiklerinde, içlerinden iki kişi sonuçlandıramadıkları güreşlerini
ayırt edebilmek için, tekrar tutuşmuşlar. Gece yarısına kadar güreştikleri
halde yine yenişememişler ve ikisi de güreştikleri yerde ölmüşler. Arkadaşları
bu iki yiğidi güreş yaptıkları yerde bulunan bir incir ağacının dibine
gömdükten sonra Edirne’ye doğru akınlarına devam etmişler. Edirne’yi fetih
ettikten sonra tekrar Ahırköy çayırlığına geldiklerinde, o incir ağacının civarından
billur kaynaklı bir suyun “Kırkpınar”ın çayırlığına doğru
aktığını görmüşler. Bu nedenle “Kırktı bunlar. Bu yakaya ilk ayak
basanlardır bunlar…” diyerek o yere “Kırkpınar” demişler. Ölen
güreşçilerin anısı için de, öldükleri gün olan Hıdırellez “Ruz-ı
Hızır”
da her sene güreş yapılması gelenek olmuş.
Tercüman gazetesinde güreş tefrikası yazan
(eski bir pehlivan) Murad Sertoğlu’na göre de Rumeli’ye geçen yiğitlerden bir
kısmı, “Edirne’nin yanında Ahırköy denilen yerde düşmanı bozmuşlar ve büyük bir
zafer kazanmışlar. Ertesi gün, Nevruz imiş… o gün… hemen meydana kırk pehlivan
çıkmış… ve birbiriyle kıyasıya boğuşmağa başlamışlar… Güneş batarken güreşlere
son verilince… bu kırk yiğit de bulundukları yere çökerek son nefeslerini
vermişler… O yere gömülmüşler. Ertesi gün de bakmışlar ki her yiğidin can
verdiği yerde bir pınar fışkırmış. Bunun üzerine oraya Kırkpınar adını
vermişler ve her yıl Nevruz ayında burada toplanılarak güreşmek âdeti
kurulmuş…”
Sonuç olarak, kanıtlayıcı bir belgeyi kaynak
almayan bu çeşit yazılar ve halk arasında konuşulan söylentiler, yüzyıllardan
beri yapıla gelmekte olan Kırkpınar Güreşlerinin gerçek
tarihini yansıtmadığı gibi, onun değerini de küçültmektedir.
Kaynaklar
·
Edirne,
Kırkpınar Güreşleri, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, İstanbul 1966.
·
Dede
Korkut kitabı, Muharrem Ergin, Ankara 1964, s 70.
·
Dr.
Orhan Koloğlu, Türk Güreşi Dünya Minderlerini Titreten Müthiş Türkler, Yavuz Yayınları
No.1.
·
Atıf
Kahraman, Cumhuriyete Kadar Türk Güreşi Cilt 2, Kültür Bakanlığı Yayınları:
1029, Kültür Eserleri Dizisi:133, s.156-157
·
Eşref
Şefik, Baş Güreşler, İstanbul, 19, s. 6, 7.
·
Murad
Sertoğlu (eski bir pehlivan), “Deli Hafız” tefrikası, Tercüman
Gazetesi, 16 Aralık 1976.
·
Burhan
Aytekin, Edirne Yenigün Gazetesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder