26 Mart 2011 Cumartesi

26 Mart 2011 "26 Mart 1913" Bulgar Askerlerinin Edirne'yi İşgali


I. Dünya Savaşı’nın Provası
1913-1913 Balkan Savaşları

26 Mart 1913 tarihinde Edirne’nin alınışından önce Balkarlarda ki ve Osmanlı’nın son durumunu incelemek gerekli olduğundan birkaç cümleyle açıklayayım.
Osmanlı Devleti’nin tek başına giriştiği son savaştır Balkan Savaşı. Sonucu acı bir yenilgi ve onur kırıcı bir barış antlaşmasıyla sonuçlanmıştır.
1912-1913 yıllarının karmaşık ve karanlıkta kalmış Balkan Savaşları, Avrupa tarihinde milliyetçilik ve çatışmanın hâkim olduğu bir dönemin başlangıcını temsil eder.
Bu savaşlar, Balkan halklarının İtalyan ve Alman örneklerini taklit etme ve büyük ulusal devletler oluşturma yolundaki ilk ortak gayretleridir.
1912 Ekim’inde Balkan Yarımadası’nda başlayan savaş, Avrupa’nın savaşa bulaştığı 1914 Temmuz’unda tümüyle sona ermemişti. Balkan Yarımadası’nın halkları için 1912’nin savaşı 1918’e kadar sürdü.
Bulgaristan, Makedonya’nın büyük bir bölümünü işgal etti. Büyük Güçler tekrar müdahale ettiler. Avusturya-Macaristan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve Rus askerleri Balkan muharebelerinde savaşa girdiler. Bulgaristan, savaşın sonunda Makedonya ve Batı Trakya’yı yitirdi. Sırbistan, Bosna ve Karadağ dâhil olmak üzere, Avusturya-Macaristan’ın Güney Slav bölgelerinin tümünün Sırp hâkimiyetindeki Yugoslavya’ya katılmasıyla, dorukçu yaklaşım bir milliyetçi programı gerçekleştirmiş oldu. Arnavutluk bağımsız bir devlet olarak yeniden ortaya çıkmayı zorlukla başarabildi.
20. yüzyılın başlarında bağımsızlık ve özgürlük sözcükleri, Balkan ulusları için çok çekici kavramlardı. Kimi uzak geçmişlerinde bıraktıkları büyük devlet olma özlemlerini gerçekleştirmeye yönelirken kimi de ilk kez bağımsızlıklarını elde etmeye hazırlanıyordu. Balkan Yarımadası’nın Avrupa ile Asya arasındaki geçiş yolları üzerinde bulunması nedeniyle, Batı’dan Doğu’ya ya da Doğu’dan Batı’ya yönelen askeri ve siyasal güçler, öncelikle bu toprakları ele geçiriyorlardı. Makedonyalı İskender’in girişimleri, Büyük Roma İmparatorluğu ve ardından gelen Bizans egemenliği, Balkan halklarının yaşamını, Orta Avrupa halklarına yakınlaştırmıştı. Bölgedeki Hıristiyan halklar, genellikle Doğu Kilisesi’ne bağlı kalmışlardı. “Latin Felaketi” adıyla anılan, 4 Haçlı Seferi’nin 1204 yılında Konstantinopolis’te neden olduğu talan ve yağma, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasında kalıcı düşmanlıklar yaratmıştı. Balkanlarda zaman zaman bağımsız devletler de kurulmuş, ancak bunlar uzun soluklu olamamışlardı. 1365 yılında Osmanlı Padişahı I. Murad’ın başkentini Bursa’dan Edirne’ye taşımasıyla, yepyeni bir dönem başlıyordu. Düşman kardeşler konumundaki Doğu ve Batı kiliseleri artık silahlı güçlerini de birleştirerek, yüzyıllar boşu Müslüman Türklerle savaşmak durumunda kalacaklardı.
1789 Fransız Devrimi’nin ardından gelen milliyetçilik akımları Balkanlarda, Türk ve Müslüman düşmanlığı biçiminde algılanmıştır.
1878-1914 yılları arasını kapsayan dönem, Balkanların emperyalizm ve kapitalizm çağı olarak anılmaktadır. Bu ülkelere kapitalizmin girişi, gelişme çağındaki Avrupa emperyalizminin bir sonucu olmuştur. Avrupa’nın büyük devletlerinin kendi aralarındaki ve diğer ülkelerle olan çıkar kavgalarını gözlemlerken, kapitalizmin ulaştığı evrenselleşme sürecinin etkilerini gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Büyük devletler, emperyalist yayılmacılığının beklentileriyle örtüştüğü oranda, bağımsızlık girişimlerine destek veriyorlardı. Onca ülkeyi egemenliği altında tutmanın olanaksızlığını kavramaktan yoksun bulunan Osmanlı Devleti de, Avrupa’nın büyüklüğü küçüklüğü bütün devletleriyle savaşmak zorunda kalmıştı. Osmanlı Devleti, yüzyıllarca yönettiği toplumlarla, yeni koşulları gözeterek geleceğe dönük kalıcı ilişkiler gerçekleştirememişti. Bu boşluklardan yararlanan Batı’nın oluşturduğu ülkeleri birbirinden ayıran yapay sınırlar, yeni gerilimlere çağrı göndermek anlamına geliyordu. Avrupa’nın dayattığı koşullar sonucunda halkların gerçek dağılımına uymayan sınırlar içine sıkıştırılan ulus devletler, sürekli büyümek ve çeşitli uluslar arası antlaşmalarla komşularına bırakılan toprakları ele geçirmek için savaşmak zorunda kalıyorlardı.
Balkan Yarımadası’nda karmaşa yaratanlar, yalnız Ruslar değildi. “Hasta Adam” olarak nitelen Osmanlı Devleti’nin önlenemez çöküşü çok belirgin bir biçime görülmekteydi. “Önlemez” diyoruz, çünkü aydınlanma sürecini yaşamayan, sanayi devrimini gerçekleştiremeyen ve kamu yönetiminin zorunlu kıldığı çağdaş yeniliklere ayak uyduramayan bir devletin, 20. yüzyılda ayakta kalıp varlığını sürdürmesi olanaksızdı. Bu hantal yapı karşısında birbirilerin kollayan Avrupa ülkeleri, gelişmeleri kuşkuyla izliyorlardı. İçlerinden birinin öne çıkması, geride kalacak diğer ülkeler açısından çok önemli kayıplara neden olabilirdi. Bağımsızlıklarını kazan halkların, büyük ve tehlikeli bir birlik kurmak üzere uzun sürecek anlaşmalar içine girmeleri, Avrupa ülkelerinin hiçte işine gelmiyordu.
20. yüzyılın başlarında, Balkan Yarımadası’nda artık yalnız Arnavutluk ve Makedonya, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında kalmıştı. Balkanlarda ne de Balkanların dışında kalıcı bir barışın gerçekleşmesi olanaksız görünüyordu. Makedonya, Türkler, Arnavutlar, Sırplar, Romenler, Yunanlılar, Bulgarlar ve Makedonlar’ın yan yana, ancak birbirlerine karışmadan kendi gelenek ve alışkanlıklarına bağlı olarak yaşadıkları karma bir topluluktu.

26 Mart 1913 (Çarşamba)
Bulgar Askerlerinin Edirne yi İşgali
Wangenheim, hem Bulgarların, hem de Türklerin Edirne’yi ulusal gurur meselesi yapmaları nedeniyle sorunun çözümsüz bir hal aldığını düşünüyordu. Türkler için Edirne’nin kutsal bir kent olarak vazgeçilmez olduğu iddiası ona göre abartılıydı. “Edirne’de Selimiye Camii ve bir iki türbe dışında önemli bir şey yoktu. Türklerin yüreğini asıl I. Murad gibi büyük bir padişahın mezarının bulunduğu Kosova’nın kaybı sızlatmalı” diyordu. Edirne’yi ele geçirirlerse Bulgarların bununla yetinmeyip büyük güçlerin ilgi alanlarındaki yerleri de isteyeceklerinden çekiniyordu. Bunu zorlamak için savaş tazminatı talep edebileceklerini söylüyordu. Gerçi büyük güçler tazminat konusunun gündeme gelmeyeceğini açıklamışlardı. Ama Wingenheim Bulgarların ve hatta diğer Balkan devletlerinin onları dinleyeceklerinden emin değildi.
Wangenheim, bir an önce Edirne’nin düşmesinin ve Türklerin kendileri adına galiplerle pazarlığı büyük güçlerin ellerine bırakmasının en uygun çözüm olacağına inanıyordu. Böylece Batılılar belki de Osmanlı’yı bir kez daha kurtarabilirlerdi. Edirne direndikçe bu olasılık azalıyordu. Kolera ve kış şartları Bulgar odlusunu zorluyordu.
1913 yılının Şubat ayında Sırp ağır kuşatma toplarının Edirne ‘ye gelmesiyle birlikte, Edirne üzerine nihai bir taarruz için Bulgarlara yapılan baskı arttı.
Edirne etrafındaki Bulgar askerlerinde yoğun soğuk ve hareketsizlik dolayısıyla endişe verici bir moral bozukluğu görülmesi, yüksek komutanlıkta büyük bir sinir bozukluğuna yol açtı. Bulgar liderler risklerinden dolayı hala hücuma karşı çıkıyorlardı. Ne var ki Makedonya’da bastıran sorunla uğraşabilmek için askeri ve siyasi liderlerin hepsi kuşatmanın sonuca ulaştırılmasını istiyordu. Bütün bu faktörlerin kombinasyonu karşısında duramayan Komutan Savov 20 Mart günü hücuma karar verdi ve üç gün sonra hücuma başlanması emrini verdi.
Bulgar ve Sırp orduları 24 Mart’ta Edirne’ye karşı genel bir hücuma geçtiler. Çok kanlı çarpışmaların ardından Edirne 26 Mart’ta düştü. Şükrü Paşa’yı teslim olmaya bir Sırp birliği zorlamıştı. Wangenheim, Balkan Savaşı’nı Creusot topları ile Krupp topları arasında yapılan bir düello olarak gören Fransa’nın, Almanya’ya üstünlüğünü ispat etmek için Edirne’nin barış yoluyla değil de hücumla alınmasına teşvik ettiğine inanıyordu.
27 Mart’ta Edirne’ye giren Çar Ferdinand, Şükrü Paşa’nın bir gün önce General İvanov’a teslim ettiği kılıcını övücü konuşmalarla kendisine iade etti. Harp süresince Şükrü Paşa Sofya’da serbestçe yaşadı.
Fakat Bulgar askerleri işgal ve özellikle komiteciler doğu yönünden şehre girdikleri bölgelerde ki Müslüman, Rum ve Yahudi ahalinin evlerine, mallarına, can ve ırzlarına saldırarak acımasız davrandılar.
Edirne’nin alınışıyla Bulgarların savaşa kazanmış olduğu görülmesine rağmen zaferin bedeli ağırdı. Son hücumda Edirne’deki toplam güçleri olan 149 224 askerden 9 558’ni yitirmişlerdi ki, bunların 1 591’i ölmüştü. Tüm sefer için Bulgar kayıpları 18 282’ye varmaktaydı. Kuşatma boyunca Osmanlı kayıpları 15 000’i aşmış, ayrıca 60000’den fazla askeri de esir düşmüştü. Bunlar, gereksiz bir gayret sırasında uğranılmış ağır kayıplardı.
İkmal maddeleri yokluğuyla Osmanlı ordusunun Edirne’yi kurtarma yeteneğine sahip olmaması şehrin kuşatan ordunun eline geçmesini kaçınılmaz kılmıştı.
Edirne’nin fethedilmesinden sonra Bulgar ve Sırp birlikleri arasındaki ilişkiler daha da kötüleşti. Bu noktaya kadar, Makedonya’nın bölünmesiyle ilgili olarak Bulgar ve Sırp hükümetleri arasında sıkıntıların artmasına rağmen, General Ivanov ile Edirne’deki Sırp komutanı General Stepa Stepanoviç arasındaki ilişkiler iyi kalmıştı.

 Kaynak  
Yrd. Doç. Ratip Kazancığil, Edirne Şehir Tarihi Kronolojisi 1300-1994, Edirne Valiliği Yayınları No:8, İl Kültür Müdürlüğü yayınları No: 5
Rıchard C. Hall, Balkan Savaşları 1912-1913 I. Dünya Savaşı’nın Provası, Çev. M. Tanju Akad, Homer kitabevi 2003-1. Basım,
Güney Dinç, Mehmet Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı 1912-1913, Yapı Kredi Yayınları No:2717, 1. Baskı İstanbul-Haziran 2008,
Sacit Kutlu, Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı İstanbul 2007,


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder