30 Haziran 2011 Perşembe

30 Haziran 2011 Türk Spor Kurumu

  
Türk Spor Kurumu

18 Şubat 193629 Haziran 1938
Devletin Spor Yönetimine 
Ağırlığını Koyduğu Dönem

Cumhuriyet dönemi spor tarihimizin felsefesini ve gelişimini inceleyebilmek için tarih içinde kısa bir yolculuğa çıkmamız gerektiğinde Türk Sporu’nda günümüze gelene kadar önemli evreleri aşağıdadır.
22 Mayıs 1922–18 Şubat 1936 Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı.
18 Şubat 1936–29 Haziran 1938 Türk Spor Kurumu.
29 Haziran 1938–21 Mayıs 1983 Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü.
3 Kasım 19269–13 Aralık 1983 Gençlik ve Spor Bakanlığı.
13 Aralık 1983–18 Mart 1989 Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı.
21 Mayıs 1989-İlk Değişiklik: 18 Mart 1989 3289 Sayılı Beden Terbiyesi ve Spor Genel Müdürlüğü Yasası.
18 Mart 1989 ) Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü

1923–1930 döneminde özel girişime sağlanan geniş olanaklara, uygulanan geniş teşvik tedbirlerine rağmen ekonomik hayatta geniş teşvik tedbirlerine rağmen ekonomik hayatta ancak çok sınırlı bir genişleme ve gelişmenin elde edilmesi paralelinde, «Türk sporunda başlı başına bir reform yaratmış olmakla beraber, asli vazifeleri olan kulüplerimizin müşterek faaliyetini tanzim ve yurda spor ve spor aşkını tamim ve telkin davalarını TİCİ başaramayınca, devlet müzahir rolüne müdahil vasfını d eklemek mecburiyetinde kalacaktır»
TİCİ’nin Sekizinci Umumi Kongresi 13 Şubat 1936 tarihinde ilk oturumunu yaptığında, bunun, aynı zamanda, özel kulüplerin kendiişlerini yönetmek için kendi aralarından kendi özel yöneticilerini seçtikleri son TİCİ kurultayı olacağı anlaşılmıştı. Kulüpler arası çekişmelerin «çetecilik» olarak eleştirildiği, TİCİ’nin «desantralize» yapısıyla sporu geliştirip yaymanın mümkün olmadığının savunulduğu beş günlük kurultayın sonunda. 18 Şubat 1936 oturumunda peş peşe alınan kararlarla, önce TİCİ’nin adı «Türk Sporu Kurumu» olarak değiştirildi, hemen sonra da «kurumun doğrudan doğruya Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağlanması heyet-i umûmiyece Parti Başkanlığından istirham edildi». O denemin gazetelerinde CHP’ye yapılan kırk imzalı «katılma» başvurusu diye yazılmıştı.
Bu başvuru, Türk Spor Kurumu’nun hem ideolojisinin, hem örgüt yapısının, hem tarihsel işlevinin en özlü ifadesidir. İdeolojisi, o tarihlerde ulusal ekonomiyi «denememiş» özel girişimciliğin alternatifi olarak merkezi biçimde, devlet eliyle planlayan ve devlet kuruluşlarına dayandıran «devletçilik» anlayışının spordaki uzantısıdır. Örgütsel yapı ve bağlantıları yönünden, «bütçeleri ve çalışma programları gibi esaslı işleri Parti Genel Sekterliğinin tensip ve tasviplerine sunan, ehemmiyetli görülen meseleler hakkında Parti’den direktif alan, Vali ve Parti başkanlarının spor bölgeleri başkanlıklarını da deruhte ettikleri» bir parti yan-örgütüdür. İlk andaki işlevi de, tek-parti yönetiminin denetim ve gözetiminde, geniş kitlelere ülke çapında spor yaptırmaktır.
Ancak, TİCİ kurucularından Burhan Felek’in yıllar sonra bilettiği gibi, «parti politikası, hele partili kimselerin şahsi hırs ve emelleri spora karışınca, partili spor teşkilatı ancak iki sene gidebilecek, her spordaki olumsuz hadise partiye sıçrayacak, parti bu yüzden sporu bünyesinden atmak isteyecek, ama bu sefer de serbest bırakmayıp hükümete bağlayacaktır». Bu oluşumlar çerçevesinde, «yarı-resmi» olarak kurulan ve kalıcı biçimde tek-parti yönetiminin yan-örgütü olarak çalışması tasarlanan TSK’nın, kalıcı bir yapı olarak değil, ideolojisiyle, yönetimiyle, tarihsel işleviyle, bir partisince yönettiği TSK döneminden doğrudan doğruya devlet yönetimine girdiği BTGM dönemine uzanır.
TSK’nın bu ideolojik temeline rağmen, yönetim yapısı, bazı bakımlardan, yerini aldığı TİCİ’nin uzantısıydı. Bu bakımdan, «ara rejim» ya da «geçiş dönemi» olarak nitelediğimiz TSK dönemini bir tür «arayış dönemi» olarak da değerlendirebiliriz.
Adını değiştirip tek-parti yönetimine bağlanmakla birlikte «özel hukuk tüzel kişisi» olma niteliğini sürdüren TSK’nın en önemli açmazı, dönemin özel koşulları çerçevesinde, üç örgütsel işlevi birden üstlenmek zorunda olmasıydı.
Beden eğitimi ve spor yaptıracak, onları örgütleyip ülkeye yayacaktı.
Tıpkı ulusal birliğin tek merkezden, Ankara’dan örgütlenmesi gibi, «asıl merkez, tabii merkez» Ankara’dan Türkiye’nin spor birliğini sağlayacak, planlayacak, disiplin altında tutacaktı.
Yeni dönemde, spora, «Türk gencini, Türk yurttaşını yurt düşmanlarına karşı kavgada, gerek tek başına kavgada ve gerekse birlikte kavgada üstün kılacak, gelecek meydan savaşlarında Türk ordusuna çevik, yürekli, kahraman, ateşli, anlayışlı, söz dinler dayanıklı elemanlarla dolduracak» olan bir eğitim aracı gözüyle bakılmaya başlamıştı.
TSK’nın kendisine verilen bu üçlü görev yapısını, çok az değiştirerek TİCİ’den devraldığı yönetim yapısıyla uzlaştırması çok güçtü. Sorun «taşra örgütlenmesi» adıyla anılan ülke çapında örgütlenmede değildi. «il» esasına dayalı «idman mıntıkası» TİCİ modeli, küçük bir uyarlamayla, «spor bölgesi» adını almış, bölge (il) başkanlıklarına valiler getirilmiş, «Umumî Müfettişlik» kurumuyla çakışacak biçimde birkaç ili kapsayan «spor çevreleri»’nin kurulması öngörülmüş, valilerin, parti örgütlerinin, Halkevleri gibi yan kuruluşların çabalarıyla, TİCİ döneminin sonlarında 22 olan «örgütlenilen il» sayısı kısa sürede 62’ye çıkarılmıştı.
TİCİ’nin adı ve ideolojisi değişmişti, ama, TİCİ Sekizinci Umumi Kongresinde, «aralarındaki kıskançlılar ve rekabet dolayısıyla spor âlemine kavgalı, gürültülü, ruhları çok fena surette tırmalayıcı bir renk vermekle suçlanan» sor kulüpleri yine spor yönetimine egemendi. Yaşanan olaylar daha önce görülmemiş öylesine boyutlara ulaştı ki, tek-parti yönetimi bile TSK’nın bütünlüğünü koruyamadı.
Kulüplerarası rekabete bir de siyasal çekişmelerin eklendiği 1936–1938 döneminde, TSK’nun çöküşüne, sporun devlet denetiminden devlet yönetimine geçişine yol açan gelişmelere, «spor olayı» değil de, «spor sahalarında meydana gelen siyasal olaylar» demek daha yerinde olur. Bu bakıldığında, TSK Dönemi süresince neredeyse günübirlik olaylar yaşandı. Hem de, asıl yapılması gerekenin spor olduğunu unutturan olaylar.
TİCİ döneminin sonunda, biraz olsun kurumlaşmaya başlayan «futbol ligi» yapısı, «Ankara’nın İstanbul’daki Temsilcisi» Güneş’e yer açabilmek için esnetilmiş, 1937–1938 mevsiminin üç kulübün puan eşitliğiyle kapanmasından sonra, mevsim başında öngörülmeyen bir düzenlemeyle, Güneş averajla şampiyon ilan edilmişti.
Tek-parti yönetimi, sonra bir çabayla, spor bölgesi başkanlıklarına CHP il başkanlarını atayarak spor yönetimini toparlamaya çalıştı. TSK’nın yapısı buna uygun değildi, hem en küçük olaylar ve sporda başarısızlıklar CHP’ye yansıtılıyordu, hem dünyanın artık bir büyük savaşında eşiğine geldiği anlaşılmıştı.
15 Nisan 1936 gününden itibaren Türk sporu siyesi bir partiye bağlandı. Kurumun illerdeki temsilcileri aynı zamanda parti il başkanlarıydı. Tüm sporcuların CHP’ne üye olmaları istendi.
19 Mayıs 1936 gösterilerinde gençler CHP’nin parti bayraklarıyla tur atmıştı. Türk sporunun partizanlık içine alındığı gösteren bu hareketler Atatürk’ü rahatsız etmişti.
1936 Berlin Olimpiyatları’nda Türk sporcular da altı okla ülkemizi temsil ediyordu. CHP’nin spordaki baskıcı tutumu en güzel şekilde gösteriyordu.
29 Ekim 1936 günü bütün yurtta sporcular ellerinde Türk ve parti bayrakları ile geçit resmi yaptılar ve törenlerle parti üyesi oldular.
Bu modelin Almanya’daki “Jugend” (gençlik) modeli ile benzediği Atatürk’ün gözünden kaçmamıştı. Hemen Atatürk’ün emriyle sporun yönetimini devlete vermek üzere çalışmalara başlandı.
Atatürk istiyordu ki devlet sporcusuna sahip çıksın, uluslar arası organizasyonlara katılması ve oralarda başarılı olması için onlara yardımda bulunsun. Fakat CHP yönetimi, kısa süre sonra “Mademki parayı biz veriyoruz; o halde sporun yönetimini de biz yapalım” havasına girdi ve bu yönde uygulamalara başladı. Bu durum üzerine
29 Haziran 1938’de Atatürk’ün direktiflerini Meclis’te dile getiren İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, “Spor, devletin işidir. Onun içindir ki bu işi bütünüyle devlete veriyoruz.” demiş ve çıkarılan Beden Terbiyesi Kanunu ile spor CHP’nin elinden alınarak devlete ait kılınmıştır. Bu kanun ile Türk Spor Kurumu’nun Beden Terbiyesi ismiyle yurt sathına yayılması ve boş zamanlarda beden terbiyesi faaliyetlerinin mecburi kılınması da kabul edilmiştir.

Sonuç
Devlet, her Türk vatandaşının beden ve ruh sağlığını geliştirmek amacıyla sportif hizmet ve faaliyetleri yürütmek, geliştirmek ve yurt sathına yaygınlaştırmak görevini merkezi idareye bağlı GSGM vasıtayıysa üstlenmiştir. Devletin bu sorumluluğu bizzat üstelenmiş olması, sporun bir devlet politikası olarak ele aldığını göstermektedir.
Günümüzde, Türkiye’de spor, merkeziyetçi bir anlayışla devlet eli ile sevk ve idare edilmektedir. Oysa Avrupa ülkelerinde sporun sevk ve idaresi federatif örgütler ve günülü kuruluşlarca yapılmaktadır. Bu durumda devlet, sporun finansmanını sağlamak durumunda kalmıştır. Devlet bütçesinden Türk spor kuruluş GSGM’ye aktarılan kaynakların yeterli olmadığı ve GSGM’nin makro planlama ve hedefleri gerçekleştiremediği gibi verilen sportif hizmet ve faaliyetleri de yeterli düzeyde yerine getiremediği bilinmektedir.
Devletin, beklenilen sportif hizmet ve faaliyetleri yerine getirebilmesi için yönlendirici ve özendirici, destekleyici ve denetleyici olduğu dolayısıyla spor hizmetlerinin gönüllülük esasına göre sivil toplum örgütleri, merkezi idareden bağımsız olarak oluşturulmuş spor federasyonları ve onları oluşturan spor kulüplerinin özel ve tüzel kişilere bırakıldığı yeni bir spor yönetimi modeli benimsenerek sporun finansmanı, sadece ilgili bakanlık ve olana bağlı GSGM’in göstereceği performansa bağlı olmamalı, diğer bakanlıklar, kamu kuruluşları, üniversiteler, özel sektör kuruluşları ve gönüllü kuruluşlarla işbirliği sağlanarak tüm kesimlerce sağlanmalıdır.
Sporda ileri ülkelerde olduğu gibi spor saha ve tesislerinin yapım, bakım, onarım ve işletmesinde mahalli idarelere yetki ve sorumluluk verilmelidir. Bunun için süratle yönetim uygulamalarına, finansal kaynakların aktırılmasına ve araştırmaya yönelik çalışmalar yapılmalıdır.

Kaynaklar
        -   Rüştü Dağlaroğlu, Haluk San, Türk Futbol Tarihi, Türk Ticaret Bankası Yayınları, Ankara–1960, s.12
        -   TMOK Dergisi, No. 32, s.5–6.
        -   Prof. Dr. Kurthan Fişek, 100 Soruda Türkiye Spor Tarihi,Birinci Baskı Mart-1985, s. 119-120
        -   Yiğit Akın, “Güz ve Yavuz Evlatlar” Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İletişim Yayınları-Birinci Baskı 2004
        -   Rıza Sümer, Sporda Demokrasi Belgeler/Yorumlar, Şafak Matbaası-Üçüncü Baskı Haziran 1990, s.31

29 Haziran 2011 Çarşamba

29 Haziran 2011 Marcus Tullius Cicero sözü


 Bir ulus kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır!

Sınırları zorlayan düşman silah ve alemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir.

Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların onların argümanlarını kullanarak çehresine bürünür ve ulusun politik yapısına nüfuz eder, bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur, ulusun ruhunu çürütür.

Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.

Marcus Tullius Cicero (M.Ö.106-M.Ö.43),

28 Haziran 2011 Salı

28 Haziran 2011 Miraç Kandili


Miraç Kandili

Miraç Kandili İslam dininde kutsal sayılan gecelerden biridir. Recep ayının 27. gecesidir. Müslümanlar bu gecede peygamber Muhammed'in, Mekke'dekiMescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldüğüne, İslam inanışına göre, Burak adlı bineğin kullanılmasıyla oradan da gökleri aşarak, Cebrail'in bile giremediği Sidretül Münteha'yı geçerek Allah’ın katına ulaştığına inanırlar. Bu olaya miraç ya da göğe çıkış denir.

Miraç Gecesi Namazı
Miraç gecesi kılınacak namaz on iki rekâttır. İki rekatte bir selam verilerek kılınacak olan namaz on iki rekât ile bitirilir. Her rekâtta Fatiha’dan sonra on kere ihlâs okunur. Kılınma zamanı yatsı namazı kılındıktan sonra, imsak vaktine kadar ki herhangi bir vakit olabilir. Bu oniki rekât namaz bittiği zaman selamdan sonra yüz defa: “Sübhanallahi vel hamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” duası okunur. Ardından da yüz kere istiğfar yapılır.
Miraç gecesinin gündüzünde kılınacak namaz Miraç gecesinin gündüzünde öğlen namazını kıldıktan sonra dört rekât namaz kılınır. Bu namazın; birinci rekâtında Fatiha’dan sonra bir kere Felak suresi, ikinci rekâttan sonra bir kere Nas suresi, üçüncü rekâtta üç kere Kadr suresi, dördüncü rekâtta elli kere İhlas suresi okunur.
Camilerde Müslümanlar dua eder, tesbih çeker ve Yasin Suresi'ni okurlar.
Müslümanların Miraç Kandili Mübarek olsun.

27 Haziran 2011 Milli Mücadele İçin Anadolu Yollarında



Milli Mücadele İçin Anadolu Yollarında

İstanbul Hükümeti, Atatürk’ün Anadolu’daki faaliyetlerini endişe ile takip etmekteydi. Atatürk, Samsun'a çıkışından itibaren bir ay geçmiş olmasına rağmen, bütün Anadolu’da orduyu ve halkı kendisine bağlamıştı. Yine bu sürede Atatürk, Anadolu’da Yunan işgali aleyhine mitingler yaptırmış ve düşmanlarla işbirliği yapan İstanbul Hükümeti’ne protesto telgrafları çekilmişti.
Artık İstanbul Hükümeti, Atatürk’ün Anadolu’daki varlığına tahammül edemezdi. Atatürk derhal geriye çağırmıştı. Atatürk, bu emre umarınca bu defa da Anadolu’ya tamimler yollanarak Atatürk’ün emirlerine hiçbir iradecinin uymaması istenmişti.
İstanbul Hükümeti’nin bu hareketleri, Anadolu’daki bazı menfi ruhlu kimselere cesaret vermişti ve bunlar, Atatürk aleyhine propagandaya girişmişlerdi.
Atatürk, Amasya’da bulunurken, Sivas’ta da birtakım aleyhte teşebbüslere geçildiğini haber aldı. Ve Atatürk, 26 Haziran’da Amasya’dan ayrılarak Tokat’a geldi. O geceyi Tokat’ta geçiren Atatürk, ertesi günü 27 Haziran 1919’da Tokat’tan ayrıldı ve yanı gün Sivas’a girdi.
Milli Mücadele’de Atatürk, bir yandan milli gayretleri ve kuvvetleri birleştirirken, diğer yandan, düşmanlarla, İstanbul Hükümeti ile ve Anadolu’daki menfi ruhlularla da mücadele etmekteydi. Türk İstiklal Savaşı’nın başarıya ulaştırılması kolay bir iş olmayacaktı. Fakat Atatürk için en kıymetli husus şuydu: Türk milletinin Milli Mücadele etrafında birleşmesi…

Kaynak
       -   Milli Mücadele Takvimi, Refik Korkut Ege Matbaası, 1963

26 Haziran 2011 Pazar

26 Haziran 2011 Atatürk Adına 85.'ci Düzenlenen "Gazi" Koşusu



1927 yılından Bugüne Kadar
Atatürk’ün Adına Düzenlenen
“Gazi” Koşusunun 85.’si
26 Haziran 2011 Tarihinde
22 İngiliz Tayı Yarışacak


Türk sporunun Atatürk’ün adına düzenlenen yarışlar ve spor müsabakaların ayrı bir anlam, önem ve değer taşır. Bunların arasında en eskisi 1927 yılından bugüne kadar gerçekleştirilen “Gazi Koşusu” at yarışıdır.
Atatürk’ün Türk Gençliğine bıraktığı bu miras tam 85 yıldır aralıksız düzenlenmektedir. Her yapılan yarışmada büyük bir heyecan, coşku yaşanır. Bundan sonrada yaşanacaktır.
Mustafa Kemal’in hayatında atın bambaşka bir yeri vardır. Mustafa Kemal için at bir hayvan değildir, bir kıymet ve değerdir, çok büyük bir varlıktır.
I İnönü savaşının nihayetinde Türk ve Yunan orduları savaşın bitiminde birbirinden habersiz olarak karşılaşır. O kadar yorgundurlar ki askerler gecenin karanlığında birbirlerini tanımazlar bile. Türk ordusundaki Süvari Birliği’ndeki bu hayvanlar tanımıştır düşmanı geçerken. Siz daha iyi bilirsiniz kişnemesi, geri çekilmesi, durması, başını sallaması gibi daha birçok vasıfları olan bu hayvan o zamanlar en büyük yardımcı olmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında da Dumlupınar’da, Büyük Taarruz’da, İnönü savaşlarında bir insandan kıymetlidir at. Niçin? At hem taşıyıcıdır, hem çekicidir, hem yönlendiricidir, hem koruyucudur, hem kollayıcıdır hem de ısıtıcıdır. O kadar güzel varlıklardır ki atlar, Atatürk’ün bu hayvanı sevmemesi düşünülemez. O kadar ilgi ve hayranlık duyduğu bir hayvandır.
Bunun yanı sıra çok yakın arkadaşı Fikriye hanıma ilk hediyesi attır ve bu atın adı “Zafer”dir. Latife hanımla da evlendiği zaman ilk hediyesi attır. Hatta bu atların İzmir’e gidişini de Mustafa Kemal’in yaveri Salih Bozok sağlamıştır. Ve herkesin bildiği gibi üzerine titrediği en çok değer verdiği atı da ‘Sakarya’dır.
Atatürk’ün özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında atyarışları düzenlenmesini arzu etmesinin başlıca sebebi, ata zaten düşkünlüğü bilinen bir milletin bir araya geldiğinde bazı söylemlerle bilinçlenmesini istemesidir. O zamanlar yarışların düzenlendiği bu yerdeki topluluklara kürsüden hitap ederek düşüncelerini aktarma fırsatı bulurmuş. Yani Atatürk atyarışlarına 10 dakika önceden gelip yarış bittikten 2 dakika sonra giden bir zihniyette değildi. Aksine yarışlar başlamadan 3 saat evvel gelip, bittikten saatler sonra gidermiş. Sebebi de oraya gelen toplumla birebir konuşmak, ilişki kurmak ve dertlerini dinleyerek çözüm bulmaya çalışmaktı. Atyarışları bir kumar değil, bir heyecanı, kazanma azmini göz ardı edemezsiniz. Bu tip faaliyetlerden toplumun bazı kazanımlar elde etmesini sağlamak amaçtı. O zamanlar bu büyük toplulukları bir araya getirecek başkaca sosyal etkinlikler futbol, basketbol maçları gibi faaliyetler yoktu. Atyarışları bu bakımdan topluma bir takım mesajlar vermek için imkânlar sunan yerler olarak kabul edilirmiş.
Atatürk’ün dediği gibi  "At yarışları modern toplumları için sosyal bir ihtiyaçtır"  sözü de buradan hareketle söylenmiştir.
“ülke yönetmesini de”…
“ata binmesini de” bilebilen…
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu...
Ulu Önderimiz “Atatürk”tür.

Atatürk Adına Düzenlenen Yarışmalar
Türk sporunda Atatürk'ün adına düzenlenen yarışmalar ve futbol maçları ayrı bir anlam, önem ve değer taşır. Bunların arasında en eskisi, 1927 yılından beri yapıla gelmekte olan "Gazi Koşusu" at yarışıdır: Ve "Gazi Koşusu" bugün de Türk at yarışı dünyasının en büyük ve en önemli yarışı niteliğini korumaktadır.
Büyük Atatürk'ün Ankara'ya ilk gelişinin yıldönümüne rastlayan 27 Aralık günleri Ankara'da yapılmakta olan "Atatürk Koşusu" yarışması da en eski organizasyonlardan biridir.
Her iki yarışmanın Atatürk zamanından beri yapılmakta olması da bunlara ayrı bir önem ve tarihi bir değer katar. Yarışçılık dünyamızdaki "Gazi Koşusu" ile Türk atletizmindeki "Atatürk Koşusu" Büyük Atatürk'ün izniyle yapılmaya başlandı ve onun ölümünden sonra da hiç aksamadan sürdürüldü.

Atatürk Koşusu
Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a çıktıktan sonra Anadolu içlerine doğru yoluna devam ederek "Milli Mücadele" için çalışmaya başladı. Atatürk, Sivas üzerinden Ankara'ya geldiği zaman, takvimler 27 Aralık 1919'u gösteriyordu. Mustafa Kemal, o gün saat tam 15.05'de Dikmen sırtlarındaki Keklik tepe mevkiinden, aşağıda uzanıp giden, tipik bir bozkır kasabası olan Ankara'yı ilk kez görmüştü.
Mustafa Kemal, bu bozkır kasabasını, başlattığı "Milli Mücadele"nin merkezi olarak seçmişti. Vatanın kurtuluşuna gidecek yol buradan çıkacaktı...
İstanbul'dan ve yurdun dört bir yanından gelen millet temsilcileri burada Mustafa Kemal'in etrafında toplandılar. Mustafa Kemal burada Büyük Millet Meclisi'ni kurdu. Milli Mücadele bu fakir bozkır kasabasından yönetildi. Sakarya’larda, İnönü’lerde ve düşmana son darbeyi indiren Büyük Taarruz'da Ankara, hep çarpan kalp ve düşünen beyin oldu...
Büyük kurtarıcının Ankara'ya ilk gelişi de anılarda ve gönüllerde apayrı bir anlam ve değer taşır. Bu yüzden Türk Spor Kurumu, Atatürk'ün Ankara'ya ilk gelişinin 17. yıldönümüne rastlayan 27 Aralık 1936 günü, bu tarihi olayı canlandıracak bir "Atatürk Koşusu" düzenlemişti. Bu koşu içinde Atatürk'ten özel olarak izin alınmıştı. Yarışma, O'nun Ankara'yı ilk gördüğü yer olan Dikmen sırtlarındaki Keklikpınarı mevkii ile Ulus Meydanı'ndaki Vilayet Konağı arasında olacaktı. Bu mesafe 10.800 metreydi.
27 Aralık 1936 günü yapılan ilk "Atatürk Koşusu" nu Ankara Demirspor kulübü atletlerinden Galip Darılmaz, 41’dak. 08’sn.lik derecesiyle kazandı. Bu ilk koşu, o gün başlayan bir geleneğin başlangıcı oldu. O günden sonra 27 Aralık günleri Ankara'da yapılan "Atatürk Koşusu" Türk atletizminde ve Türk sporunda güzel bir gelenek halini aldı. O tarihten beri Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin her yıldönümünde törenlerin yanı sıra Atatürk Koşusu da yapılmaktadır.
1936–1938 yılları arasında bu kupayı kazananların listesi ise şöyle:
1936: Galip Darılmaz (Demirspor) 41.08
1937: Şevki Koru (Ankaragücü) 38.12
1938: Mustafa Kaplan (Demirspor) 36.49

Gazi Koşusu
Atatürk adına bir de Gazi Koşusu düzenlenmektedir. Atatürk'ün Hipodroma gelerek at yarışlarını izlemesi ülkemizde yarışçılığın gelişmesine büyük katkılar sağladı. Ünlü İtalyan mimarı Viotti Violli tarafından yapılan modern "Ankara Hipodromu" da Atatürk'ün emir ve direktifleriyle inşa edilmişti.
Türkiye'de atçılığı ve yarışçılığı teşvik amacıyla kurulan "Yarış Islah Encümeni" de Atatürk'ün büyük desteğini görmüştü. Bu encümenin ricası üzerine adına bir "Gazi Koşusu"nun yapılmasına severek izin verdi (1926). Böylece Türk yarışçılık dünyasının en önemli klasik koşusu halini almış bulunan "Gazi Koşusu" 1927 yılından bu yana Türk yarışçılığına renk katmaya başladı.
İngiltere yarışçılık âleminde "Derby" ne ise, bugün Türk Yarışçılığında da "Gazi Koşusu" odur.
"Gazi Koşusu" bugün Türk yarışçılığının en büyük ve en önemli klasiğidir. 1927 yılından bu yana aralıksız gerçekleştirilmektedir. Yarış dünyamızın en büyük klasiği olan Gazi Koşusu'nun armağanı, Atatürk'ün at üzerindeki gümüş heykelidir. Ünlü heykeltıraş Şadi Çalık'ın eseri olan bu heykel 1970 yılından beri "Gazi Koşusu" galiplerine verilmektedir.
Atatürk son olarak 18 Ekim 1936 günü Ankara'da at yarışlarını izledi. Beraberinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Abdülhak Renda, Adliye Vekili Şükrü Saraçoğlu, Maarif Vekili Saffet Arıkan, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp ve Prof. Afet İnanoğlu olduğu halde modern Ankara Hipodromu'na gelen Büyük Atatürk, şeref tribününden Sonbahar Yarışları'nın üçüncü hafta koşularını ilgiyle takip etmişti.
Modern Ankara Hipodromu'nu dolduran büyük halk kalabalığı gelişlerinde olduğu gibi gidişlerinde de Ata'ya karşı içten kopup gelen büyük sevgi gösterilerinde bulunmuştu.
1927 – 1938 yılları arasında bu kupayı kazananların listesi şöyle:
1927: Ali Muhiddin Hacıbekir'in "Neriman"ı jokeyi: İhsan Atçı
1928: Atıf Esenbel'in "Primerol"u jokeyi: Yula
1929: Celal Bayar'ın "Cap Griz Nez"i jokeyi: Clark
1930: İsmet İnönü'nün "Olga" sı jokeyi: N. Horwath
1931: Mr. Yantes'in "Young Turc"u jokeyi: Schenelly
1932: Akif Akson'un "Lale"si jokeyi: N. Horwath
1933: Karacabey Harası'nın "Özdemir"i jokeyi: Yunus
1934: Salih Temel'in "Ece"si jokeyi: Paul
1935: Ahmet Atman'ın "Tomru"su jokeyi: N. Horwath
1936: Memduh Alan'ın "Slem"i jokeyi: Paul
1937: Salih Temel'in "Taşpınar"ı jokeyi: Davut Aktı
1938: Said Halimin "Romance" jokeyi: N. Horwath
İstanbul'da ilk kez 1968'de düzenlenen Gazi Koşusu'nda ise birinciliği Burhan Karamehmet'in "Asuvan" adlı safkanı elde etti.
Türk yarışçılığının en büyük klasiği olan Gazi Koşusu'nun armağanı, Atatürk'ün at üzerindeki som gümüş heykeli, 1970 yılından beri ''Gazi Koşusu'' galiplerine verilmeye başlandı. Ünlü heykeltıraş Doç. Dr. Şadi Çalık'ın eseri olan bu heykeli ilk kez ''Sadettin'' adlı safkanın sahibi Sadun Atığ aldı.
Kendisi ve yavruları Gazi Koşusu kazanan atlar; Cap Gris Nez: (Yılmazkaya), Karayel: (I. Seren ve Cartegena), Akkor: (Toraman) ve George Thomas: (Caprice).
Yavruları en çok Gazi Koşusu kazanan aygırlar; Cihangir: Atlıhan, Melikşah, Kayarlı, Pikehan, Minimo ve Akkor`la 6 defa, Wings Of Song: Beau Brummel, Mirage, İcaros, Beau Monair ve Helene de Troia ile 5 defa, Onyx II: Özdemir, Tomru, Şilem, Taşpınar ve Konca ile 5 defa.
Yavrusu en çok Gazi Koşusu kazanan kısrak; Fleche d’Or: Beau Brummel, La Fleche, Beau Monair ile 3 defa.
Eküri biten Gazi Koşuları; La Fleche - Cantatrice (1956), Hafız - Kapkara (1986), The Best - I. Thunder Bold (1993)
Gazi Koşusu`nda en iyi derece, 1996 yılında Özdemir Atman’ın Bold Pilot (2.26.22) isimli safkanına aittir.
Gazi Koşusu`nu en fazla kazanma başarısını gösteren eküri; Darling (1950), Kusun (1953), Atlıhan (1961), Melikşah (1963), Kayarlı (1964), Minimo (1971), Akkor (1972), Karayel (1973), Buğra (1976), Toraman (1982), Cartagena (1984), Hafız (1986), Popular Demand (2005) ile toplam 13 kez ile ELİYEŞİL Ekürisidir.
Mümin Çılgın; Helene De Troia (1960), Apaçi (1965), Nadas (1974), Dr. Seferof (1979), Dersim ( 1981), Uğurtay (1985), Hafız (1986), Top Image (1988) ve Abbas (1991) ile 9 kez kazanarak Gazi Koşusu`nu en fazla kazanma başarısını gösteren jokey oldu.
Günümüzde at yarışları deyince Türkiye’de akla ilk Türkiye Jokey Kulübü  gelir.
Türkiye Jokey Kulübü’nün kuruluşu 1950 yılına rastlamaktadır.
Her ne kadar 1800’lü yılların ortalarından beri ülkemizde düzenli yarışlar yapılmaktaysa da yarışçılığımız, 1950 yılında “Jokey Kulüp” adıyla kurulan dernekle kurumsallaşmıştır.
Kuruluşundan 3 yıl sonra, yani 1953 yılında dönemin Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla Jokey Kulüp, “kamu yararına hizmet veren dernek” statüsüne alınarak adının önüne “Türkiye” ibaresi konulmuş, bugünkü adı olan “Türkiye Jokey Kulübü” ismi resmileşmiştir.
Türkiye Jokey Kulübü, dönemin Tarım Bakanlığı  ile imzaladığı sözleşmeye göre 3 Ekim 1953 tarihinden itibaren ülkemizde at yarışlarını  düzenleme yetkisine sahiptir.
O günden beri sürekli tartışılan Türkiye Jokey Kulübü, teknolojinin çok ileri olmadığı ilk dönemlerde yarışçılığımıza önemli katkılar yapmıştır.
Yarışların televizyondan yayınlanmaya başladığı dönemden itibaren çok daha geniş kitlelere hitap eden at yarışları sektörü, Türkiye Jokey Kulübü’nün prangası altında kıvranmaktadır.
En son 1993 yılında yenilenen sözleşme ile 20 yıl geçerli olmak üzere, ülkemizde yarışların düzenlenmesi yetkisi yine Türkiye Jokey Kulübü’ne 21 Kasım 2013 tarihine kadar verilmiştir.
Kaynaklar
      -   Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK.
      -   Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, İş Bankası Yayınları.
      -   S. Eriş Ülger, Özgün Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk.
      -   Salih Bozok, Hep Atatürk ile Beraber, Cumhuriyet Yayınevi.
      -   Mazhar Müfit Kansu, Atatürk’le Beraber, Türk Tarih Kurumu.
    -  http://www.ganyanx.com/tjk-gazi-hakkinda.aspx
    -  http://dayakuda.blogspot.com/2009/06/gazi-kosusuna-dogru.html
    -  http://dayakuda.blogspot.com/2009/06/at-yarislari-ve-turkiye-jokey-kulubu_19.html

25 Haziran 2011 Anayasamızın İlk Dört Maddesi


Anayasamızın 
İlk 4 Maddesini
Herkes Bilmelidir.
I. Devletin şekli 
Madde 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
Madde 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.
IV. Değiştirilemeyecek hükümler
Madde 4.– Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Ekleyen: Mustafa Kemal Atatürk

24 Haziran 2011 İran İle Asırlara Dayanan Dostluk



Asırlara Dayanan Dostluk

İran Şahı Rıza Pehlevi, Mustafa Kemal’in davetlisi olarak, 10 Haziran 1934 günü Gürcübulak’tan Türkiye’ye girdi. 15 Haziran’da Yavuz Zırhlısı ile Trabzon’dan Samsun’a, oradan da trenle Ankara’ya gelerek, 16 Haziran günü Mustafa Kemal tarafından Gar’da karşılandı.
25 gün sürecek olan bu ziyaret, Şah Pehlevi açısından, dış ülkelere yaptığı tek gezi olması, Mustafa Kemal’in de, devlet başkanı olarak ilk kez tanınmış bir devlet adamını davet etmesi gibi bir özellik de taşıyordu.
Gerek Mustafa Kemal, gerek Başbakan İsmet İnönü tarafında düzenlenen, ziyaretler, resmigeçitler düzenlenen, ziyafetler, resmigeçitler, spor karşılaşmaları ile Türkiye’yi tanımaya yönelik okullara, hastanelere, fabrikalara, askeri tesislere yapılan ziyaretler sırasında, halkın da sevgi gösterileriyle karşılaşan Şah Pehlevi, İstanbul’daki İran kolonisine yaptığı konuşmada, “Türkiye’yi ikinci vatanınız olarak biliniz ve Türkler’i de gerçek kardeşleriniz olarak düşününüz”dedi. Şah Pehlevi’yi derinden etkileyen bu ziyaretin farklı bir yönüne, Londra’da yayınlanan “Near East” dergisi değiniyordu: “Bu ziyaret sonunda, İranlılar, kendilerinin de Rusya ve İngiltere ile aynı düzeyde durarak konuşabilecekleri gururunu duymuş ve bu suretle de izzeti nefisleri tatmin edilmiştir.”
2 Temmuz 1935’te, ülkesine dönmek üzere yola çıkan Şah Rıza Pehlevi’nin ziyareti, 22 Nisan 1926’da imzalanan anlaşmanın ilk maddesini pekiştirmişti: “Türkiye ile İran arasında, hiçbir şekilde bozulmayacak bir barış ve dostluk olacaktır.”

Kaynaklar
     -   E. Behnan Şapolyo, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1918-1950, Milli Eğitim Bakanlığı, Basımevi
     -   Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, İş Bankası Yayınları.
     -   S. Eriş Ülger, Özgün Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk.
     -   N. Ahmet Banoğlu, Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Milli Eğitim Bakanlığı, Basımevi.
     -   Mazhar Müfit Kansu, Atatürk’le Beraber, Türk Tarih Kurumu.
     -   Lord Kinnoss, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar.

23 Haziran 2011 Ahmet Hamdi Tanpınar



Ahmet Hamdi Tanpınar

Şair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulu; İstanbul Ravaz-i Maarif İbtidaisi’nde, Ortaokulu; Sinop ve Siirt Rüştiyelerinde, liseyi Vefa, Kekkük ve Antalya Sutanilerinde okudu.
1918 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girdi.
1920 yılından başlayarak çeşitli dergilerde şiirleri yayınlanan Tanpınar, Edebiyat Fakültesi’nden 1923de mezun oldu. Mezuniyetten sonra Erzurum, Konya ve Ankara liseleriyle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1932 ile 1939 yılları arasında Güzel Sanatlar Akademesi’nde estetik ve sanat tarihi dersleri veren Tanpınar, 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı profesörü olarak atandı. 1942-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak TBMM’sinde bulunan Tanpınar, 1946 yılından sonra iki yol kadar Milli Eğitim müfettişliği yaptı.
1948’de Güzel Sanatlar Akademesi’nde eski görevine, 1949da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döndü. Ölümüne kadar bu görevini sürdüren Tanpınar, 24 Ocak 1962 yılında vefat etti ve Rumelihisarı Mezarlığı’na defnedildi.
“Huzur”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ve “Beş Şehir” gibi yapıtlarıyla tanınan Tanpınar’ın, yapıtları arasında; “Şiirler”, “Abdullah Efendinin Rüyaları”, “Mahur Beste”, “Yaşadığım Gibi”, “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” isimli kitapları sayılabilir.

22 Haziran 2011 Çarşamba

22 Haziran 2011 Milletin İstiklali Tehlikededir



Milletin İstiklali 
Tehlikededir

Kurtuluş Savaş hazırlıklarını sürdüren Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf Orbay, Rafet Bele ve Ali Fuat Cebesoy, 12 Haziran 1919’da gittikleri Amasya’da bir genelge hazırladılar ve Erzurum’da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’e sundular. Onun da onayının alınmasından sonra, genelge, 22 Haziran 1919’da tüm mülki amir ve askeri komutanlara ulaştırıldı.

Amasya Genelgesi’nin içeriği şöyledir:
  •  Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikelidir.
  • İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi adeta yok olmuş göstermektedir.
  •  Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kakarı kurtaracaktır.
  •  Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.
  • Anadolu’nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas’a bir kongre toplanacaktır.
  • Bugün için, her ilden, milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin, mümkün olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. Bu temsilciler. Müdafaa-i hukuk Redd-i İlhak cemiyetleri ve belediyeler tarafından seçilecektir.
  • Her ihtimale karşı, bu meselenin bir milli sır halinde tutulması ve temsilcilerin, lüzum görülen yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan yapmaları lazımdır.
  • Doğu illeri için, 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.
Kaynak
  • E. Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Berkalp Kitapevi.
  • Mükerrem K. Su-Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Türkiye Cumhuriyet İnkılâp Tarihi, Milli Eğitim Bakanlığı, Basımevi.
  • Afet İnan, Atatürk hakkında Hatıralar ve Belgeler, İş Bankası Yayınları.
  • Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, İş Bankası Yayınları.
  • S. Eriş Ülger, Özgün Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk.

21 Haziran 2011 Atatürk Devrimleri Halifeliğin Kaldırılması


Atatürk Devrimleri 
Halifeliğin Kaldırılması

 Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924), son olarak Osmanlı Hanedanı elinde bulunan halifelik sıfatının, Türkiye Cumhuriyeti tarafından kaldırılması olayıdır. Devletin laikleştirilmesi yolunda yapılmış siyasi bir devrimdir.
Sebepleri
Halifeliğin birleştirici bir fonksiyonu olması gerekirken bu durum tarihte pratik olarak başarılamamıştır. Çoğu zaman birkaç yerde birden hilafet görülmüştü. Örneğin, Osmanlı'nın hilafetini bazı devletler tanımamış kendi halifeliklerini ilan etmişlerdir.
Osmanlı Devletinde Halifenin padişah olması teokratik bir yapıya yol açmıştır. Bu teokratik yapı 1 Kasım 1922'de Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı ile kısmen son bulmuştu ama Yavuz Sultan Selim zamanından beri Osmanlı Devleti'ni bir din devleti haline getiren halifelik devam etmekteydi. Halife de bu durumdan istifade ederek cumhuriyet rejiminin karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsü verip, İstanbul'da devletten izinsiz resmi törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan parayı az görüyordu. Halife "Halife-i Müslimin" unvanından başka sıfat ve unvanlar da taşıyor, sık sık Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkıyordu.
Halifenin bu tutumu ve varlığı, devrime karşı olan eski düzen yanlılarını cesaretlendirdiği gibi, devrimler için de büyük bir engel teşkil etmekteydi. Bazı basın kuruluşları da halife yanlısı bir tutum sergilemeleri halifeliği rejim karşısında giderek tehlikeli bir güç haline getirmeye başlamıştı.
Tüm bu sebeplere ilave olarak halifeliğin sembolik bir makam ya da bir dini liderlik makamı olması gerekirken devlet karşısında siyasi bir güç olmaya başlaması, Türkiye Cumhuriyeti açısından ileride doğabilecek büyük sorunların habercisi niteliğindeydi.
En önemli sebep ise halife mevcut oldukça Türkiye Cumhuriyeti'nde yapılması zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.

Tarihçesi
Halife sözcüğü Arapça kökenli olup Peygamberin dünya işlerine vekâletini anlatır. Hilafet (veya Halifelik), İslami siyasi ve hukuki yönetim makamına ve yönetime verilen isimdir.
16. yüzyılın başında Yavuz Sultan Selim'in Memluklar'a son vermesiyle birlikte halifelik Osmanlı Devleti'ne taşınmıştı. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti dini esaslarla yani şeriatla idare edilmeye başladı.
Saltanatın kaldırılmasından ve VI. Mehmet'in (Padişah Vahdettin) İstanbul'dan ayrılmasından sonra, TBMM'nin 18 Kasım 1922'de halife seçmiş olduğu Abdülmecit Efendi, eski rejim yanlılarının tek umudu haline gelmiş, bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, yeniden törenler düzenlemeye, demeçler vermeye, bazı İslam ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üstüne, İslam Dünyası’nın siyasi bir önderi gibi davranmaya başlamıştı.
Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini kavrayan Atatürk, İzmir'deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı. 1 Mart 1924'teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı Hanedanına verilecek ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924'te kabul edilen yasayla, halifelik kaldırılıp, ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için hanedan üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi. 5 Mart 1924 sabahı Abdülmecit Efendi ailesiyle birlikte Türk topraklarından ayrıldı.
Hilafet yürürlükte kalsın saltanat kaldırılsın iddasını savunanlara karşı Mustafa Kemal, hilafet kalırsa bir gün saltanatın dirilme ihtimalinin olduğunu söyleyecekti.
Sonuçları
Abdülmecid Efendi ve saltanat ailesi mensupları, toplam 155 kişi yurtdışına çıkarıldı.
Halifeliğin kaldırılışından hemen sonra Şerif Hüseyin kendisini Halife ilan etti ve ardından 9 ülkenin yöneticisi daha kendilerini halife ilan ettiler.
Halifeliğin kaldırılmasıyla laik düzene geçiş kolaylaştı. Devrimlere karşı dinin istismar edilmesi engellendi. Daha bağımsız bir dış politika izleme imkânı doğdu.
Halifeliğin kaldırılması, eski rejim taraftarlarını etkisizleştirmiş, iç ve dış politikada bağımsızlığın sağlanmasına, Avrupa ile aynı prensiplerde buluşulmasına yardımcı olmuştur.

Bağlantılı Diğer Reformlar
Halifeliğin kaldırılmasıyla bağlantılı olarak Şeriye ve Evkaf Vekâleti (Diyanet İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması sonucu, bu vekâlet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır.
Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâleti de kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.
1928'de yapılan bir değişiklikle "Türkiye Devleti'nin dini İslamdır" ibaresi kaldırılmış; cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şekli yeniden düzenlenmişti.
Devletin tüm inançlara saygılı ve eşit mesafede olması, tüm vatandaşlarının vicdan ve inanç özgürlüğünü tarafsızca koruması, vatandaşlarını dini baskılardan uzak tutması anlamına gelen laiklik, 5 Şubat 1937'de Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa'da yer aldı ve devlet politikası haline geldi.
Kaynak   
- 1923 Vizyonu Olmayanların, 2023 Vizyonu Olamaz