23 Temmuz 2015 Perşembe

Bulgaristan’da Doğan Büyük Sporcular

647 inci Edirne Tarihi Kırkpınar Güreşleriyle ilgili araştırma yapmaya başladığım yılda Sarayiçi’nde tanıştığım ve her Edirne geldiğinde bana son yıllarda ilgilendiğim yağlı güreşle ilgili bilgi veren duayen güreş yazarı ve eski milli sporcu Aligümüş’ün, Araştırmacı Gazeteci İsmail Kahraman’ın hazırladığı “Balkanlarda Osmanlı Medeniyeti Belgeseli –I Bulgaristan” kitabından alıntılar yapacağım.
Neden bu alıntıyı yaptığımı şöyle sizlere açıklayabilirim. Benim Annem ve Babam Bulgaristan’dan Türkiye’ye zorunlu olarak göç eden bir ailedir. Dedem Türkmen Yörüklerinden Sofuoğlu İsmail 1859 doğumlu Uzuncaova Hasköy Muhacırlarından Ahmet Oğlu Sofu İsmail’dir. 6 Şubat 1945 yılında Edirne de vefat etmiştir. Annemin babası ise Boyacılar Sülalesindendir.
Bulgaristan’da Doğan Büyük Sporcular
“Bulgarlarla “1393-1878 yılları arasında 5 yüzyıla yakın birlikte yaşadık. Volga boylarında yaşayan bir Türk boyu iken Balkanlar’a gelip yerleşen ve Hristiyanlığı seçtikten sonra kimlikleri değişen bu komşu ülkeden büyük sporcular çıktı. Kelime anlamına baktığımızda “Balkanlar”ın “sulak arazi” demek olduğunu anlıyoruz. Su olan yerde de uygarlık vardır. Malcılığa büyük önem veren, toprağı ekip biçmektense “hayvan” yetiştirmeyi seçen Bulgarlar, “malcı” bir ulustur. Yoğurdu, sütü, kaymağı, peyniri en alasından bilirler.”
Rahmetli Ali Gümüşle her karşılaştığımda söylediği bir söz vardı. Bu sözü devamlı hatırlardım. Bundan böyle bu sözü hatırladığımda onun için bir dua okuyacağım
Ot Yiyenler, Et Yiyenler
“Tarih boyunca yapılan savaşlarda ot yiyenleri et yiyenler yendiler. Bugün eti ağızlarına sürmeyen toplam nüfusu 1 milyarı aşkın Hindistan’dan çağlar boyunca dünya çapında şöhrete ulaşabilmiş tek sporcu çıkmamıştır. Çinliler de “süt” içmezler. Oralardan dünya spor podyumlarına Çin’i temsilen gelen yarışmacıların büyük çoğunluğu da “süt içen” Uygur Türkeri’ndendir. İnsanın oluşmasında “genetik” faktörlerin öneminin ne kadar önemli ölçüde olduğu günümüzde ortaya çıktı. İnsanın değişik tavırlarda insan olmasında ayrıca “genetik” de rol oynar. Genotik, çevre, ağaçlandırma, hava ve suyu içerir. Balkanlar’ın hem genetik hem de genotik açıdan yararlanmış değerleri vardır. Bir Koca Yusufun, bir Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın ya da 1899 yılında Paris’te dünya şampiyonluğunu kazanan ilk güreşçimiz Kara Ahmed’in büyük başarılar elde etmesinde başlarda belirttiğim 2 etkenin de payı bulunur. Bunlara bir de “iyi beslenme” ilave edilince yaşadıkları devrin en güçlü sporcularının önemli bölümünün Bulgaristan’dan çıkmasına şaşmamak gerekir.
Bulgar prensliği, 1905 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğuna bağlıydı. Uluslararası spor yarışmaları başladığında menajerler Osmanlı topraklarını gezerek “güçlü-kuvvetli adam” arayıp bularak Paris’e, Rusya’ya, Avrupa’nın hemen hemen her ülkesine hatta Birleşik Amerika’ya götürdüler. Bugün Dobriç adıyla bilinen Bulgaristan’da kalmış olan Dobruca topraklarında yaşayan Dobriç adındaki bir Bulgar, Koca Yusufu Birleşik Amerika’ya taşıyan menajer olmuştu. Kurtdereli Mehmed Pehlivan’la Nikoli Patrov’u Paris’te güreştiren, Rum asıllı Pierri idi. Bu zat, aynı zamanda Fransız vatandaşıydı. Temiz havanın, bol gıdanın ürün de elbette verimli olur. Madralı Ahmed, Tekirdağlı Memiş, Kavasoğlu Koca İbrahim, Şamdancıbaşı kara İbo, Pehlivanlar Pehlivanı Kel Aliço, dünyanın en verimli bölgelerinden biriydi. Burada insanlar da hayvanlarda doğa da tarif edilmeyecek ölçüde “zengin” di.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Bulgaristan doğumlu sporcular özellikle Kırkpınar’da boy göstererek güzlerini gösterdiler. Bunların arasında yer alan Tekirdağlı Hüseyin Alkaya, bir Modern Koca Yusuf’tur. Kendisiyle çok iyi tanışırdık. Hatta vefat ettiğinde oğlu beni aramış ve mezartaşına kazınmak üzere benden bir dörtlük istemişti. O’na şöyle bir kıt’a göndermiştim. “Adı Koca Yusuflarla Adalılarla yan yana/Yurt içinde ve yurtdışında hiçbir zaman sırtı yere gelmeyen Tekirdağlı Hüseyin Alkaya ruhuna Fatihe…” O dönemin namlı Türkçülerinden Ninal Atsız da Tekirdağlı için kafa yorup şunları yazmıştı: “Keskin olur ayranla kımız/ Carnera’ları yere serer Tekirdağlımız…” 1932 yıllarının dünya ağır sıklet boks şampiyonlarından İtalyan asıllı Pirimo Carnera’yı bile Tekirdağ’lının yeneceğini söylüyordu Atsız. Elbette o bir efsaneydi. Kırkpınar’da tam sekiz yıl üst üste Başpehlivanlık elde etti. 1928 Amsterdam Olimpiyatlarına bu değerli sporcu götürülmüş olsaydı kesin şekilde Olimpiyat altın madalyasını alırdık. O’nu kadroya dâhil etmemek, bir ihmal ve bu kahraman sporcumuz hakkını yemek oldu.
Yağlı Güreş
Bulgaristan’da yaşayan Türkler’in kahramanları güreşçilerdi.
Türkler, bütün kahramanlık vasıflarını güreşçilerin şahıslarında buluyor ve bunun böyle olduğunu sanıyorlardı. Devir böyle bir devirdi. Bulgaristan Milli takım formasını giyen ve 1956 Melburn Olimpiyatları finalinde Hamid Kaplan’la altın madalya mücadelesi yapan Karagözköylü Mehmedov, Sovyet Blok’unun 1990 yılında çöküşünden sonra İstanbul Avcılar’a gelip yerleşti. O’nu çok eskilerden tanıyordum. 1948 yılında Macarlarla Milli karşılaşma yapan Bulgarlar, tam 8 sıkletin 8’inde de Türk asıllı sporculara yer verdiler. Mehmedov’un güreş hocası efsane kahramanlarından sayılan ve Türkiye’mizde fazla adı bilinmeyen Abidin Pehlivan’dı. Bu tür mücadele sporu, kültür-fizik hareketinden yenme-yenilme şekillerine kadar baştanbaşa Türk kültürünün izlerini taşıdığından Bulgarlar, 1960’lı yıllarda “Yağlı Güreş minderi baltalıyor” iddiasıyla ve bunu akademik kurula da onaylatarak Bulgaristan’da yapılmasını yasakladılar. Aslında bu yasak kararının alınmasını yasakladılar. Aslında bu yasak kararının alınmasında “Yağlı güreş vesilesiyle Türkler biraraya geliyor, haberleşiyor ve aralarındaki bağları güçlendiriyorlardı” istibaratının payı vardı. Her ne kadar komünizm, din, dil ayrılığı tanımaz iddiasıyla ortala çıkmışsa da giderek “en güçlü milletçilik” halini aldı. Bu durum Rusya’da Bulgaristan’da hemen hemen her yerde aynıydı. Bulgar Komünist yönetimi ki Todor Jivkov’un sağ kolu sayılan Kubadinski’yi ölümden kurtaran adam Milli takımımızda yıllarca yer alan Hayri Sezgin’in babasıydı. “Enternasyonal marşı” eşliğinde Bulgar milliyetçiliğinin bayraktarlığı yaptı. Çağımızda insanları sen şusun, sen busun diyerek ayırmanın ne kadar sakıncalı olduğu bir kere daha ortaya çıktı. Mesele şu ki, kim hangi kandan olursa olsun, önce yaşadığı toprakları sevmek, yasalarına uymak zorundadır. Devlet tarafından da insanlara belirli milletlerin propagandası yapılamaz. Bu takdirde her görüşün bir karşı hareketi yeşerir. Önemli olan ekonomik bağımsızlıktır ki, İsviçre örneği parası güçlü olan ülkeler bugün dünyanın güçlü ülkeleri sayılıyorlar. Hiçbir şekilde şövenist düşünmeden, tarihi gerçekleri gözönünde bulundurduğumuzda binlerce yıl içinde Yahudiler’den çok Türkler’in kıyama uğraşmış olduklarını anlıyoruz. Fransız edibi Arthur Koestler’in 13 Kabile” adıyla yayınladığı eserinden de anlaşılıyor ki, Türk boylarına mensup Peçenek, Avar, Kuman, Alan ya da bir başka grup, Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında sıkışarak kaybolmuş durumdadırlar. Ruslar, Peçenekler’e “Poleveç” adını verirler ki, Kiev’in kurucusu Kral Rurik adıyla tarihe geçen sima da aslen Türk soyludur. Ne var ki, geçmiş dönemlerde, hatta en belirli olarak 1789 Fransız İhtilali’ne kadar, devlet kimliği ön planda yer alıyor, millet fazla önem taşımıyordu. Belki de Batı’dan bizlere şırınga edilen husus buydu. Çünkü Alman ırkının Latin baskısı altında eriyip kaybolacağını gören “Roma-Cermen İmparatorluğu’ndaki Alman erimesine karşı çıkan Martin Luther King, kendisine en yakın 12 dostunu çarşıya, pazara, köylere gönderirken şöyle diyordu: “Gidin, dolaşın, bana kökü Almanca kelimeler getirince getirin, Saray’dan uzak durun, halkın arasında dolaşın” Roma-Cermen İmparatorluğu uyruğunda olanalar Martin Luther çıkmamış olsaydı günümüz çağında kendilerini Latin ve İtalyan hissedeceklerdi. Martin Luther, 12 yıl çalışıp İncil’i Almanca’ya çevirdikten sonra Almanlar kimliklerini buldular ve bu çalışmalar sırasında Luther’in sponsorunda bugün Batılıların “Muhteşem” adını verdikleri Kanuni Süleyman’dı.
 
Güreş ve Folklor
Güreşin folklorla, milletlere ait kültürle çok yakından ilişkisi bulunur. Bu sadece bize özgü değildir. Sözün gelişi Japonya’da ki bu Uzak Doğu Asya Ülkesine pekçok seyahatlerin oldu, onların bir numaralı sporu Sumo adı verilen bir tür güreştir. 120’yi aşan Japon TV kanalı bir yıl boyunca en çok yayını “Sumo” güreşiyle ilgili olarak yapar. Çünkü bir milleti yaşatan özelliklerin başında “kültüre” sahip çıkmak, çok önem taşır. Yusuf Has Hacip, “Mutlu bilgiler” adını verdiği eserinde günümüzden bin yıl önce bir atalar sözümüzü ver verir. Bu sözler şöyledir: “İl kalır, töre bırakılmaz…” Bunu günümüz Türkçesine çevirdiğimizde “Vatan bırakılır, töre bırakılmaz” demek olduğunu anlarız. Nitekim törelerini bırakmayan, kendi aralarında yardımlaşan ve haberleşen nice uluslar, yaşadıkları topraklardan sürüldükten 2 bin yıl sonra yeniden oralara dönerek devlet kurdular. Ayntaşn’ın dediği gibi “Herşey gelip geçici. İnsanların gün, ay, yıl, yüzyıl, bin yıl diye adlandırdığı hemen herşey yalan…” “İnsanların vakit saat ayarları” izafi…
Çağımızın Şampiyonları
Bulgaristan’la Türkiye arasındaki sorun “rejim” kaynaklıydı. 73 yıl sonra 1917-1990 komünist siyaset sona erince halklar yine birarada yaşamağa başladılar. Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde büyük bir şampiyon Naim Süleymanoğlu, Türkiye’ye kazandırıldı. Naum Şalamanov adıyla lanse edilmeğe çalışan “Cep Herkülü” lakabıyla namlı bu büyük sporcudan rahmetli Özal’a ilk bahseden kişiydim. O da bunu hiçbir zaman unutmadı ve bazı dış gezilerine birlikte gittik. Özal, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da spor olaylarını çok yakından izledi. 3 Olimpiyat altın madalyasını Türkiye’ye taşıyan Ay-yıldızlı forma altında tam 22 defa dünya şampiyonlukları kazanan Naim, şimdi Sydney Olimpiyatlarına hazırlanıyor. Bu arada 1997 yılından itibaren dünyada bir numaralı halterci sayılan Halil Mutlu’nun da Bulgaristan doğumlu olduğunu belirtmeliyiz. Fedail Güler ki dünya rekorları kırmıştır, onun yanında Erdinç Aslan da keza Bulgaristan doğumludurlar.
Büyük Güreşçiler
Çok tanınmış. Dünya tarihine geçmiş modern Olimpik güreş yapan kimi adları saymadan önce Türkiye’mizde Yılın Sporcusu seçilen Ali Hüryılmaz’ı da buraya kaydetmeliyiz. Ali olağanüstü bir sporcuydu. Bisiklette bütün değerleri yeniledi, sonra kırıldı. Birleşik Amerikalara kapağı attı ki bir 15 yıl var, kendisinden bir daha haber alınamadı. Bulgaristan’dan Türkiye’ye ilk göç edenler arasında Hüseyin Akbaş’ın amansız rakiplerinden Necdet Zalev’i saymamız gerek. Necdet ile Akbaş, 1960 Roma Olimpiyatlarında sonra 1964 Yanbolu Balkan Şampiyonasında kapıştılar. Bulgaristan’ı temsil eden Türk asıllı bir sporcu Türkiye’yi temsil eden rakibine yenilirse “Bunu bilerek yaptın” iddiasıyla o dönemdeki rejimin bekçilerinden önemli zararlar görüyorlardı. Necdet Zalev, Türkiye’ye göçtü, Zalev soyadını “Kurt”a çevirdi ama pehlivanlık artık ondan geçmişti. Minderlere çıkmadı. 1972 yıllarında Anavatan’a ayakbasan Muharrem Atik, yiğit mi yiğit bir Deliorman Türk’ü olarak tarihe geçti. 1968-1993 dönemine rastlayan “madalyasız yıllarda” Türk Güreşi’nin temelini yeniden kuran adam olan Doç. Dr. Muharrem Atik, Bulgaristan’da iken komşu ülkenin önemli pehlivanlarından Enü Volcev’le güreşmiş ve onu yenmiş bir değerdi. Mahmud Demir, Ahmet Orel, Selahattin Yiğit, Selahattin Öztürk, Turan Ceylan, Metin Kaplan ve Ahmet Ak gibi şampiyonları 1938 Kırcaali doğumlu Muharrem Atik (Caferov) yetiştirdi. Fahri Yenigün, Burhan Sabancıoğlu, Halit Akgün, İbrahim Akgün, İsmail Hüsetinov (Kosukoğlu), Şenol Tenekecioğlu, Hayri Sezgin, Sıtkı Kadiroğlu, İrfan Çavuşoğlu, Emin Tenekecioğlu, Yusuf Cambaz, Yüksel Dinçer, İsmail Faikoğlu, Kamil Kocaoğlu, Remzi Murodoğlu, Sezgin Ayık, Rahmi Harunoğlu, Mustafa Hafızoğlu, İsmail Abilov (Nizamoğlu) Bulgar Milli Takımıyla çıktığı Kanada Turnesini yarıda bırakarak Türkiye’ye iltica eden İlyas Şükrüoğlu, Efrahim Kamberoğlu, Ali Kayalı özellikle Zekeriya Güçlü, spor tarihimizde yer alan Bulgaristan doğumlu güreşçilerin en başarılı olanlarıdır. Efrahim Kamberov’un “ad” değiştirme olayları sırasında “Karanfilov” falan eklemelerle milliyetinin değişeceğini sanan kimi art niyetli, komşuluk prensiplerine uymayanlar, daha sonra bu delikanlının Türkiye’ye gelerek Ay-yıldızlı forma altında ülkemize Avrupa Üçüncülüğü (1991 Stuttgart) kazandırdığını gördüler. 1990 yılında minik bir çocuk iken güreşlerini görüp “Türk Güreşinin Ağır Topu” başlığı altında kendisini tanıttığım Zekeriya Güçlü, tam 7 yıl Mahmud Demir’in gölgesinde kaldıktan sonra 1997 yılında Sibirya’nın göbeğinde (Krasnoyaraks) Türkiye’mize serbest kapışmaların hem de ağır sıkletinde dünya şampiyonluğu kazandırdı. Ali Kayalı, Remzi Muradoğlu, hem Türk hem Bulgar Milli takımı forması altında önemli sonuçlar alan yarışmacılardı.
Neden Balkanlar ve Kafkasya
Toprak ana, üstünde yaşadığı insanlara “fıtri” bir yetenek verir. Sözün gelişi dünyada hiç kimse İspanyol kadar iyi gitar, Alman kadar iyi piyano çalamaz, İngiliz gibi de iyi kriket oynayamaz. Yeryüzünde Türkler gibi de iyi güreşen yoktur. Baba, oğul, dede, birkaç kuşak bir işle uğraşmışsa elde edilen beceri genetik olarak nesilden nesile geçer, ticari beceride, askerlikte, güzel sanatlarda ve sporda “genetik” özelliklerin rolü bulunur. Toprak ana, İsveç’te yaşananlarla İsveç’te ki bitki örtüsünü, Çin’de yaşayan insanlarla Çin’de bulunan bitki örtüsünden ayırmıştır. Toprak Ana’nın insanlara ve bitkilere verdiği özelliğe “Genotik” özellik denir ki, İnsanların topyekün canlıların karakteristik oluşumlarında “Genotik” özelliklerin payı ölçüsüzdür. Toprak Ana, kendisine “hain” davranılırsa üzerinde yaşadığı canlılardan intikam alır. Sözün gelişi Hollanda’da bir inek, her gün 40 litre “süt” verirse, çevre katliamı yapılan yörelerde bir inekten ancak “üç dört” litre süt alınabilir. Bütün canlıların insanlardan bitki ve böceklere kadar hayat çizgisi de toprağa verilen kıymetle oranla artar ya da azalır. Bu gerçeği gözönünde bulundurduğumuz dünyanın en sağlam, en uzun ömürlü, aynı zamanda en iyi güreşen insanlarının bitki örtüsüyle adeta yeryüzü cennetini andıran Deliorman civarıyla Kafkasya’dan çıkmasının normal olduğunu anlarız. Askeri alıştırmalar açısından önem taşıyan “Pehlivanlık çalışmalarında” kat edilen genetik beceri kuşağı da Deliorman ve Kafkasya’da sağlam temeller oluşturmuştur. Türk Güreş tarihine geçen belli başlı bütün önemli güreşçilerin %95’i de Deliorman ya da Kafkasya bölgesinden Anadolu’muza gelip yerleşmiş ailelere mensuptur (Yaşar Doğu, Nurettin Zafer, haydar Zafer, Ali Yücel, Adil Candemir, Servet Meriç, Hamit Kaplan, Gazanfer Bilge, Mithat Bayrak, Sırrı Acar, Zekeriya Güçlü, Mustafa Dağıstanlı, Remzi Musaoğlu, Kazım Ayvaz gibi…) Genetik özellikleri, temizhava, besleyici, su zenginleştirir. Temiz havada yaşayan, mineral özellikleri yüksek su içen, ayrıca dengeli beslenen, genetik olarak ailelerinden kendilerine intikal eden beceriyle başarıya ulaşırlar. Hangi dalda olursa olsun bir insanın dileği işi başarması için önce hedefini seçmesi gerekir. Hedefini seçen bir dilediği zirveye %50 oranında yaklaşmış demektir, bundan sonraki bölüm, onun çalışmalarına bağlıdır. Törenlerin güreşle süslü olması, düğünlerde bayramlarda güreş sporu, yapılması çevre gençlerini de etkileyip bu spora yöneltir. Deliorman ve Kafkasya bu bakımdan dünyada belirgin izler taşıyan bölgelerdir. Çevre, Toprak Ana birlikte yaşadığı canlıları adeta tornadan geçirir, dilediği şekli verir. Sözün gelişi Çin’de bir yıldan beri yaşayan ve sadece kendi aralarında evlenen Yahudiler, giderek fiziki açıdan aynen Çinlilere benzemişlerdir. İslamiyet’in güreş sporunu övmesi, Peygamberimizin amcası Hazreti Hamza’nın, damadı Hazreti Ali’nin namlı birer Pehlivan olmaları da, dini öğelerle folklorun süslemesi neticesinde güreş zenginliğinin meydana çıkmasında payı vardır.
Kaynak
  • İsmail Kahraman, “Balkanlarda Osmanlı Medeniyeti Belgeseli – I Bulgaristan”, Gebze Gazetecilik ve Matbaacılık tesisleri, s. 58-67
  • TTK Başkanlığı Osmanlı Arşivleri
  • İslam Ansiklopedisi, Balkanlarda Türk Mührü

Kırkpınar Güreşlerinin Önemi


Kırkpınar Güreşlerinin Önemi

Rumeli’de veya Anadolu’da pek çok yerde panayır güreşi yapılır. Fakat hiç birisinde “Baş”ı kazanan pehlivana “Türkiye Başpehlivanı” denilmez. Ancak, Kırkpınar’da “Baş”ı kurtaran pehlivan ertesi senenin Kırkpınar güreşlerinin sonuna kadar Türkiye’nin Başpehlivanıdır.
  • Kırkpınar Ağası: Ağa, Kırkpınar’a pehlivanları ve seyircileri çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen konukları karşılayan, ağırlayan, yemek veren, yatacak yerlerini hazırlayan, geleneklere uygun olarak güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödülleri veren ve güvenlik düzenini alan baş yetkili ve sorumludur.
  • Ağa’nın Seçimi: Güreşlerin yapıldığı son gün, öğleden sonra meydancılardan birisi, bir kuzuyu kucağına alarak seyircilerin önünde dolaştırarak artırmaya çıkarır. Kırkpınar Ağası olmak isteyenlerden en uygunu üzerinde artırma bırakılarak, o kişi gelecek senenin Kırkpınar Ağası seçilmiş olur.
  • Ağanın seçildiği belli olduğu zaman, kuzu götürülüp önüne bırakılır. Davul zurnacılar da Rumeli havaları çalarak yeni ağının önüne gidip onu alarak o seneki Kırkpınar Ağa’sının yanına getirerek meydanda şeref turu atarak seyirciyi selamlarlar.
  • Kırkpınar’a Çağırı: Ağa, Mart ayı başından itibaren köylere, kasabalara, tanınmış köy ağalarına ve önemli kişilere mühürlediği kırmızı mumları göndererek, panayırın ne zaman açılacağını bildirir. Ayrıca yerel ve ulusal gazeteler ile duyuru yapar. (1889 senesinde yapılacak Kırkpınar güreşleri ramazan ayına rastladığı için gününün değiştirilmesi gerekmiş. Bu nedenle de 3 Mart 1305-M 15 Mart 1889 tarihli Edirne Gazetesi ile şu duyuru yapılmış: “Ortaköy kazasında Kırkpınar panayırı beher sene Ruz-ı Hızır’dan üç gün evvel açılmakta idiyse de Ruz-ı Hızır bu sene ramazanı şerifin 5’inci gününe tesadüf ettiğinden ramazanı şeriften 8 gün evvel yani işbu 1305 senesi Nisanının 10 uncu günü açılacağı ilan olunur. 10 Nisan 1305, Miladi 22 Nisan 1889 Pazartesi günüdür. Selanik’te yayınlanan Asır gazetesinin Edirne muhabiri gazetesine Edirne’den gönderdiği mektupta: “… o zat panayırın açılmasından bir ay evvelisi hazırlıkta bulunur. Panayırın açılacağı günü işte o kırmızı dipli balmumlarıyla gerekenlere bildirir. Dört gün devam eden bu panayırı seyretmek ve görmek için yalnız Edirne’nin büyük küçük bütün halkı o gün Kırkpınar’a hücum eder… İşte bu günkü pazartesi günü yine panayır açıldı. Biz de oraya gidiyoruz… Misafirler dağılacağı zaman herkes haline göre birer hediye vererek insancıl karşılıkta bulunur.” (Asır Gazetesi 4 Mayıs 1889, s.5 sü.2)
  • Yarışmaların Düzeni: Panayırda yapılacak at koşusu, güreş, yaya koşuları ve bisiklet yarışı gibi yarışmaların hangi gün ve saatte yapılacağı, nereden başlayıp nerede biteceği, kaç lira ödül verileceği önceden saptanır ve gazetelerde yayınlanarak güreş sever halkın bilgi edinmesi sağlanır. (Bu tür duyurulardan bir tanesi Servet-i Fünun’un 7 Nisan 1326 (m. 20 Nisan 1910) tarihli (983) üncü sayısının (168) inci sahifesinde görüldü. Duyurudan ve programdan bir bölüm şu: “… Kırkpınar panayırında pehlivanlık ve koşu vesaire tertibat ve icraatını donanma-i Osmani şeref ve menfaatine terkeden panayır ağası Sımavna Köylü Mehmed Ağa’nın yurtseverliği övülmeğe değer görülmüştür… En büyük ödüller Ruz-ı Hızır’a rastlayan üçüncü gündür…” 23 Nisan 1326-m 5 Mayıs 1910 (Üçüncü gün programı): 1-At koşusu (12) de hareket: Edirne şimendifer hattından başlayarak birinci gelene (5) aded Osmanlı Lirası. 2-Yaya koşusu (1) de başlayacak: 500 metre, Birinci ve ikinci gelenlere ödül. 3- Güreş (2) de başlanacak: başa çıkacak pehlivana (9) aded Osmanlı lirası, diğerlerine komisyon tarafından uygun ödül.)
  • Konukların Karşılanması: Kırkpınar’a gelen seyirciler, genellikle köylerinin ağaları önlerinde at veya araba ile toplu bir halde gelirler. Kırkpınar Ağası’na verilecek canlı hediyelerde beraberlerinde olduğu için, uzaktan kolayca belli olur.
  • Konutların Ağırlanması: Kırkpınar Ağası, panayır açılmadan bir hafta önce Kırkpınar çayırlığına kurdurur. Ağa’nın oturacağı çardağı yaptırır. Birkaç gün önceden de yemek pişirilerek gelenler doyurulur.
  • Güreşe katılacak pehlivanlar, genellikle kendi köylerinin ağaları ve halkıyla gelir. Çok uzaktan veya Anadolu’dan gelen pehlivanlar daha önceleri yapılan panayırlarda güreşe güreşe Kırkpınar’a doğru geldikleri için hem idman yapmış ve hem de kazandıkları ödülleri satarak giderlerini karşılamış olurlar.
  • Güreşlerin Yapılması: Güreş, Kırkpınar’da yapılan spor yarışmalarının en önemlisidir. Kırkpınar’a tarihi değerini veren de, onu yaşatan da Güreş’tir. Bu nedenledir ki, atalarımız bu geleneksel kuruluşun süresiz yaşayabilmesi için hiçbir millette bulunmayan (Ağa) lığı ve yasa gibi geçerli olan “Adet-i kadime”leri saptayan güreşi ve güreşçiyi korumuştur. (Altı yüz yıldan beri yapılagelmekte olan Kırkpınar’da hiçbir uygunsuz olayın görülmemesi, atalarımızın koymuş oldukları kuralların doğruluğunu ve geçerliliğini kanıtlar. 1975 yılında bazı başpehlivanların yolluklarının azlığını ileri sürerek güreşleri boykot etmesi o güreşçilerin suçundan ziyade yöneticilerin ilgisizliğinden ve güreş tarihimizi bilememelerinde ileri gelmiştir. Hele (20 Nisan 1975) gecesi televizyonda konuşulanlar Türk güreşini kimlerin idare ettiğinin en acı belgesi olmuştur. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün isteği üzerine Kırkpınar güreşleri ile bütün yağlı güreşleri kapsayan bir yönetmelik hazırlanıp Genel Müdürlüğe verilmişti. En son şeklini alan bu yönetmelik (14 Mayıs 1984) tarih ve (18401) sayılı Resmi Gazete ile yayınlanarak bütün Türkiye’de uygulanmaya başlandı.)
Güreş yarışmaları panayırın birinci günü saat (13)’de, ikinci günü (13)’de ve üçüncü günü de (9)’da başlar.
İlk iki gün, küçük boydan başlamak üzere bütün boyların pehlivanları güreşir. Son gün, çoğunlukla Büyük-Orta, Baş-Altı ve Başpehlivanların güreşi yapılır.
Esas Başpehlivanlık güreşi üçüncü gün yapılan güreştir. İlk iki günkü güreşler idman ve birbirini deneme güreşi sayılır. Yine de son günkü gibi iddialı ve gerçek olur.
Genç olan pehlivanlar zaten idmanlı da oldukları için her üç gün güreşirler. Ödül almak, görgülerini artırmak isterler. Yaşlı olan pehlivanlar da yalnız son gün güreşe çıkarlar.
Güreş, yağlı-güreş tarzında ve onun yöntemlerine uygun şekilde, kıran kırana yapılır. (Batı ve Çağatay Türk lehçelerinde “Kırmak” yenmek, mağlub etmek, düşürmek, top yekûn öldürmek… demektir. Olayı yapana da “Kıran” denilir. Buradaki anlamı mağlub edeni yani yeneni yenen ile işlendirmek anlamındadır.)
  • Ödüller: Kırkpınar’da güreşen başpehlivanlara genellikle ödül olarak para verilir. Örneğin, 1910 yılı güreşlerinde birinci gün başa kazanana (5) altın lira, ikinci gün (7) altın lira ve üçüncü gün başpehlivanlığı kazanana da (9) altın lira verilmiştir. (1910 senesinde yalnız son gün Baş’ı kazanan pehlivana verilen (9) altın liranın bugünkü değeri (1 300 000.-) liradır. Üç gün başa verilenlerin toplamı ise (9 145 000.-) liradır. Edirne belediyesi ise bu sene (1988) Baş’ı kazanan pehlivana (1 000 000.-) lira vermektedir ki, bunda da atalarımızdan ne kadar geri kaldığımız apaçık belli olmaktadır. Kaz gelen yerden tavuğun esirgenmemesi gerektiğini Edirne Belediyesi’ne hatırlatmayı görev biliyoruz.)
  • Küçük boy pehlivanlarına ise at, koyun, koç, tosun, sığır gibi canlı hayvanlar verilmesi “Adet-i kadime” denir. Hayvanların erkek olanları tercih edilir. Bu ödüller, güreşleri seyretmeye ve pehlivanlarını güreştirmeye gelen köy ağalarının getirdiği hediyelerden ve Ağa’nın kendi malından oluşur. Şehirlerden gelen ise, ağa çardağında kahve, çay içip sohbet ederken oturduğu minderin altına bir miktar para bırakır. Ağanın da katkısıyla Kırkpınar’ın bütün gideri ve ödülleri karşılanır.
  • Yenilsin yenilmesin her pehlivanın ödülle sevindirilmesine özen gösterilir.
  • Cazgır (Dellal): Kırkpınar güreşlerindeki önemli görevlerden birisi de cazgırlıktır. Çünkü cazgırın bütün güreşçileri yakından tanıması, Kırkpınar’a gelmeden önce yaptığı güreşleri bilmesi ve duasını okurken eşlendirdiği pehlivanların kuvvetli yönlerini söyleyerek hasmını uyarması gerekir.
  • Cazgırın sesinin gür olması, dua kurallarına uygun biçimde mısralar düzemesi gereken özelliklerindendir.
  • Davul Zurna: Yağlı güreşin en önemli öğelerinden olan davul ve zurnada Kırkpınar’a has bir melodi bulunmaktadır. Yağlı güreşlere çalacak olan müzisyenlerin güreş ezgilerini çok iyi bilmeleri gidişatına göre müziğin ritmini ayarlamaları gerekmektedir.
  • Kıspet: Yağlı güreşe çıkan her pehlivanın güreş malzemesinin başında kıspet gelir. Manda, daha veya malak derisinden yapılan kıspetin bel kısmı dört parmak genişliğinde ve kalın olur. Beli sarması için kalın bir ip geçirilen bu kısma kasnak denir. Kıspetin diz kapağının altına gelen yere paça denir. Paça ile etin arasında paçabent denilen keçe konur. Deri kısmım keçenin üzerine çekilir ve üzeri sicimle sıkıca bağlanır. Sıkı bağlanmayan paçadan içeri giren parmaklar sayesinde oyun almak kolaylaşır. Güreşten sonra yağlanan kıspet zembil’e konularak saklanır.
  • Zembil: Kıspet, zembil adı verilen ve sazdan yapılan bir torbadan taşınır ve saklanır. Güreşi bırakan pehlivan, zembilini duvara asmasından belli olur.
  • Yağ: Güreşçiler, kavranmaları güç olsun diye yağlanırlar. Pehlivanlar, güreş meydanının uygun bir yerinde yağ ve su ile doldurulmuş kazanların etrafında yağlanırlar. Pehlivanlar önce sağ elle sol omuza, göğüse, kol ve kıspete yağ sürerler. Daha sonra sol el ile aynı işlemi tekrarlarlar. Güreşçiler bu arada birbirlerinin sırtlarını da yağlarlar. Güreş başladıktan sonra pehlivanlar çayırda dolaşan yağcılardan diledikleri zaman yağ ve su alabilirler.
  • Kırmızı Dipli Mum: Kırkpınar’ın davet simgesi “Kırmızı dipli Mum”dur. Eskiden şehir ve köylerdeki kahvelere “Kırmızı Dipli Mum”lar asılarak, oradaki halk Kırkpınar’a davet edilirdi. Diğer bir deyişle davet için sadece “Kırmızı dipli mum” kullanılır.
Spor Alanları
Türk ulusu, toplu yaşadığı her köy ve kasabada düz ve çimenlik bir yeri güreş ve cirid alanı olarak seçmiş, korumuşlar ve törenler için kullanmıştır. Bu bakımdan alanlara, savaşa daima hazır bulunması gereken gençleri ve ordunun eğitim yeri de diyebiliriz.
Selçuklu ve Osmanlı Türkleri, hiçbir zaman Romalılar, Bizanslılar, Yunanlılar ve Batı Anadolu’da yaşamış eski uluslar gibi tiyatro ve hipodrom benzeri taştan yapılma büyük alanlara özenmediler. Şüphesiz ki bunun tek nedeni yeni bir yurt edinme savaşı içinde yaşamış olmaları ve Oğuz törelerinin unutulmamasıdır. Bir süre İznik’i hükümet merkezi yapan ve Haçlı ordularının yaklaşması üzerine Anadolu içlerine çekilen Selçuklular’dan elbette Bizans’ın muhteşem Hipodromu gibi bir spor alanı yapmaları beklenemezdi.
Osmanlılar da Selçuklular’ı izlediler. Aynı soydan gelmeleri nedeniyle gelenekleri ve özellikleri de birbirine benziyordu. Hatta bazı yönlerden Osmanlılar için Selçuklu Devleti’nin devamıdır denilmesi doğrudur. Bunu kanıtlayan örneklerden birisi de spor alanlarıdır diyebilir.
Edirne’deki Spor Alanları
Osmanlılar, Edirne’yi aldıktan sonra bu şehrin askeri bakımdan önemini ve Hazret-i Muhammed’in Sarı Saltuk’un rüyasına girip, “Bu yer Dar al Nâsırdır, bu yeri elden komasınlar…” diye söylemiş olduğu rivayeti bazı tarihlerde yazılmış olduğundan, Osmanlı padişahları buraya önem vererek “dar al nasr”, “Dar al Saltana” ve “Dar al fath” gibi isimlerle andılar.
Edirne kale içinde küçük bir şehir iken, Osmanlılar’ın almasından sonra köşkler, saraylar, camiler, kervansaraylar, mesire yerlere ve spor alanları yapılarak çok büyüdü.
Spor yarışmalarının ve avların yapıldığı bu yerlerin bir kısmı bugün hudutlarımız dışında kalmıştır. Bir kısım spor alanları da, kullanılamadığından yok olup gitmiştir. Halen kullanılmakta olan tek spor alanı Sarayiçi’dir. (Diğerleri, Demirtaş Ovası, Saray Ovası, Sırık Meydanı, Mamak Ovası)
654 üncü Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri haftası içerisinde sizlere Yağlı Güreş konusunda bazı bilgileri Geleneksel Sporları bizlere yayınladığı kaynak eserlerle sevdiren Atıf Kahraman’ın kitaplarından alıntı yaparak hatırlattım.
Kısmet olursa 655 inci Tarihi Kırkpınar Güreşleri haftasında başka bilgiler ile buluşmak üzere hoşçakalın.
Kaynaklar
·        Âtıf Kahraman, Cumhuriyete kadar Türk Güreşi, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1029, Kültür Eserleri Dizisi: 133, 1989-Ankara.
·        Âtıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor, TC Kültür Bakanlığı yayınları 1697,  Kültür Bakanlığı Başvuru Eserleri 27.
·        Âtıf Kahraman, Cumhuriyete Kadar Türk Güreşi, Kültür Bakanlığı Yayınları 1028, Kültür Eserleri Dizisi 133, 1989-Ankara
·        Burhan Aytekin, Edirne Yenigün Gazetesi

Türk Gibi Kuvvetli


TÜRK GİBİ KUVVETLİ
Türk gibi Kuvvetli deyimi, Avrupa içen en az sekiz yüzyıllık geçmişi olan bir inançtır
Selçukluların Anadolu’ya ilk girip Bizanslılarla temasa geçtikleri andan itibaren Türk’ün kuvvetini çevrede tanımaya başlamışlardı. Bu dönemde Bizans ve Türk silahşörlerinin katıldıkları silahlı “Mızrak, kılıç-kalkan, gürz… vs.” kuvvet turnuvalarında Türklerin gösterdiği başarılar, haçlı seferleri sırasında Anadolu’nun ve Kudüs yolunun korunması Selçuklulara düşünce bütün Batı devletleri tarafından da öğrenildi.
İlk defa XI inci yüzyıl sonlarında, Haçlı komutanlarından Toulouse Beyi Guillaume IV. Duc D’Aquitaine, Avrupa’da hiç işitilmemiş bu vakimden bahsetti:
Müslümanlar arasında Türkmen denilen son derece kuvvetli aşiretler var.
Bu söylenti kısa sürede şövalyeler arasında yayıldı. Papa haçlı severi için kuvvetli kavmin de altedilmesi gerektiğini bahsederken Fransa Kralı Saint Louis de kendi kendine soruyordu “Türkmen denilen bu kavimle nasıl başedeceğiz”.
Selçuklu başarılarına Osmanlıların da katılmasıyla deyim kendiliğinden yaşamağa devam etti.
1396 tarihinde ki Niğbolu Savaşı’nın yenilgisinden önce Türklerle teması olmayan Avrupalılarda da bu inancın yaratılmasına yaradı. Savaştan sonra Osmanlı coğrafyasını gezmeye gelen Gilles ve Bouvier Türklerden saygı ile bahsetmiştir:
“Türkler çok açık insanlar; Müslümanlar arasında en namusluları ve en iyi savaşçıları… Bütün milletler içinde en kuvvetlileri.”
II. Murad’dan başlayıp Kanuni’de sonlanan devre de bu inancın hergün bir parça daha yerleşmesine yol açmıştır.
Türkler’de Güreş
Türklerin güreşle ilişkisine gelince; bütün insanlıkta olduğu gibi atalarımızda da sporun ilk şeklinin kuvvet denemesi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türk dilinin en güzel eserlerinden biri ve belki de birincisi ve konu bakımından baştanbaşa Türk cemiyet hayatının bir aynası olan Dede Korkut kitabında meydan okumayı şöyle anlatır:
Kâfirün serhaddine irdiler, çadır diktiler. Yügrük atın yügürdüp Kan Tura’lı gürzin göğe atar, inüp yire düşmedin kavrar tutar,
Hey kırk işüm, kırk yoldaşum
Yügrük olsa yarışsam
Güçlü olsa güreşsem
Hak taalâ inayet eylese
Üç canavarı öldürsem
Güzeller serveri saru tonlu Selcen Hatunu alsam
Türk güreş tarihi ile ilgili bir açıklamayı üç kısımda ele almanın gereğine inanıyoruz.
1.     XIX. yüzyılın başına kadar gelen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,
2.     XIX. yüzyılın başında Koca Yusuf’a kadar (1830-1890) geçen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,
3.     Koca Yusuf’tan bu yana belgelere dayanılarak bilinen devre.
Maalesef güreş tarihimizin bu üç devresi de söylentiler içinde kaybolmuştur. Sadece belgelere dayanan yönüyle özetle Türk güreş tarihini vermeye aşağıda çalışacağım.
Selçuklular devrinde Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış sporcu tekkeleri vardı: Pehlivanlar, okçular, gürzcüler tekkeleri gibi. Sporcu yetiştirmeleri için bu tekkelerin şeyhleri ve müritleri aylığa bağlanmıştı ve yemekleri tekkeden sağlanırdı. Selçukluların varisi olan Osmanlılar bu örgütleri olduğu gibi devam ettirmiş ve yaşatmışlardı. Bu sayede İmparatorluğun hemen bütün önemli şehirlerinde mahallere kadar örgütler kurulmuştu. İşin önemli yönü, bu tekkelerin çok başarılı bir yönetim sistemine bağlanmış olmasının yanısıra, sporcuların idman sistemlerinin de tam metodlu bir halde olmasıdır. “İdmanı birgün terk edersen idman seni yirmi gün terk eder” diyecek kadar günümüzün görüşlerine uygun bir görüşe sahip olan Kemankeş Mustafa’nın “Kavsname” adlı eserinden bulabiliriz.
Güreş tekkeleri, Yağlı güreşin adabı oyunların isimleri ve konusunda geniş bilgi almak için de Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi eşsiz bir belgedir. Çelebi’nin yağlı mermer üzerinde yapıldığını belirttiği anlaşılmaktadır. Gerçek Türk güreşi karakucak olduğuna ve yağlı güreş aslında eski Yunanda bulunduğuna göre, iki çeşidin birbiri üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle yağlı güreş duasının Bektaşilik kokması, bir yazarın deyimiyle, Türkler geldiği zaman Anadolu’da mevcut olan usullerin, Türk usullerinin uygulanması ile Müslümanlaştırıldığı anlamını taşımaktadır:
“Allah, Allah! Hacei âlem. Seyyidi kâinat, mucezei mevcudat, pür kemâl ve cemâl Muhammed Mustafaya salâvat. Engürüde eryatır, Rumda Mehemmedi Buhari, Sarı Saltuk, ton kiyer, tuman çeker. Pirimiz hazreti Mahmut-ı piri yarı veli aşkına dest berdesti kafa, sine bersinei muhabbeti Ali aşkına Allah onara…”
Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin Rivayetleri
Yağlı güreş an’anesi bizi tabii olarak, Kırkpınar hikâyesine getirmektedir. Osmanlılardan ilk defa Rumeli kıyısına çıkan Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın yanında bulunan ve hepsi de bu bölgelerin fethinde şehit olan kırk yiğidin adından Kırkpınar’a gelindiği ileri sürülmektedir. Söylentiye göre, Süleyman Paşa’nın öncüleri olan kırk yiğit Rumeli içindeki ilerlemelerinin her molasında silahlarını bir kenara bırakıyor, kispetlerini giyiyor ve güreş tutuyorlardı. Bunlardan Anadolu yakasındayken güreşini paylaşamamış olan ikisi birgün, Edirne civarındaki bir çayırda tekrar tutuşmuşlardı; ancak bütün gün güreştikleri halde bir sonuç elde edemediler. Ay ışığında da geceyarısına kadar güreşen pehlivanlar sonunda yorgunluktan son nefeslerini vermiş ve incir ağacının altına gömülmüşlerdi.
Bir süre sonra o bölgeye dönem ve arkadaşlarının mezarına bir taş dikmek isteyen diğer kahramanlar incir ağacının altında billûr gibi suların kaynadığını, kırk pınarın aktığını görmüşler. Böylelikle Kırkpınar mevkii bir ziyaret mahalli olmuş.
Diğer bir söylentiye göre de 1360 yılında Osmanlı Padişahı birinci Murat, Edirne surları cıvarında bir okçuluk yarışmasını seyrederken bunlardan birinin başarısı ile şaşırmış ve bu başarıya nasıl ulaştığını sormuştu. Okçu ona “Sultanım bu marifeti gençliğimde güreş tutarak elde ettim” dedi.
Bunun üzerine sultan “Her yılın ilkbaharında bu Kırkpınar denilen çayırda sultanlığının bütün güreşçilerinin buluşarak savaşmasını” emretti.
Spor yazarı Eşref Şefik’e göre, Süleyman Paşa ile birlikte Rumeli yakasına geçen (40) yiğit, Anadolu’da iken her mola verişlerinde güreş yaparlarmış. Rumeli’ye geçtikten sonra Ahırköy çayırına geldiklerinde, içlerinden iki kişi sonuçlandıramadıkları güreşlerini ayırt edebilmek için, tekrar tutuşmuşlar. Gece yarısına kadar güreştikleri halde yine yenişememişler ve ikisi de güreştikleri yerde ölmüşler. Arkadaşları bu iki yiğidi güreş yaptıkları yerde bulunan bir incir ağacının dibine gömdükten sonra Edirne’ye doğru akınlarına devam etmişler. Edirne’yi fetih ettikten sonra tekrar Ahırköy çayırlığına geldiklerinde, o incir ağacının civarından billur kaynaklı bir suyun “Kırkpınar”ın çayırlığına doğru aktığını görmüşler. Bu nedenle “Kırktı bunlar. Bu yakaya ilk ayak basanlardır bunlar…” diyerek o yere “Kırkpınar” demişler. Ölen güreşçilerin anısı için de, öldükleri gün olan HıdırellezRuz-ı Hızır” da her sene güreş yapılması gelenek olmuş.
Tercüman gazetesinde güreş tefrikası yazan (eski bir pehlivan) Murad Sertoğlu’na göre de Rumeli’ye geçen yiğitlerden bir kısmı, “Edirne’nin yanında Ahırköy denilen yerde düşmanı bozmuşlar ve büyük bir zafer kazanmışlar. Ertesi gün, Nevruz imiş… o gün… hemen meydana kırk pehlivan çıkmış… ve birbiriyle kıyasıya boğuşmağa başlamışlar… Güneş batarken güreşlere son verilince… bu kırk yiğit de bulundukları yere çökerek son nefeslerini vermişler… O yere gömülmüşler. Ertesi gün de bakmışlar ki her yiğidin can verdiği yerde bir pınar fışkırmış. Bunun üzerine oraya Kırkpınar adını vermişler ve her yıl Nevruz ayında burada toplanılarak güreşmek âdeti kurulmuş…”
Sonuç olarak, kanıtlayıcı bir belgeyi kaynak almayan bu çeşit yazılar ve halk arasında konuşulan söylentiler, yüzyıllardan beri yapıla gelmekte olan Kırkpınar Güreşlerinin gerçek tarihini yansıtmadığı gibi, onun değerini de küçültmektedir.
Kaynaklar
·        Edirne, Kırkpınar Güreşleri, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, İstanbul 1966.
·        Dede Korkut kitabı, Muharrem Ergin, Ankara 1964, s 70.
·        Dr. Orhan Koloğlu, Türk Güreşi Dünya Minderlerini Titreten Müthiş Türkler, Yavuz Yayınları No.1.
·        Atıf Kahraman, Cumhuriyete Kadar Türk Güreşi Cilt 2, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1029, Kültür Eserleri Dizisi:133, s.156-157
·        Eşref Şefik, Baş Güreşler, İstanbul, 19, s. 6, 7.
·        Murad Sertoğlu (eski bir pehlivan), “Deli Hafız” tefrikası, Tercüman Gazetesi, 16 Aralık 1976.
·        Burhan Aytekin, Edirne Yenigün Gazetesi.

654 Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali


654 Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri Festivali
Edirne Yenigün Gazetesi okuyucuları,
Bir Edirne’li olarak küçüklüğümden beri sporun içerisinde bulundum. Fakat Edirne ilimizde yapılmakta olan Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşlerine spor yaşantım içerisinde takip etmedim ve bu spora da ilgi duymadım. Budan 8 yıl önce, Tarihi Kırkpınar Güreşleriyle ilgili bir araştırma yapmam konusunda kara vererek 2008 yılı 647 Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nden itibaren araştırma çalışmalarıma başladım. Yedi yıllık dönem içerisinde birçok belge topladım. Tarihi Kırkpınar haftası içerisinde birçok fotoğraf çektim. Bu yılla birlikte Allah kısmet verirse 3 yılım kalıyor. On yıllık çalışmam döneminde Geleneksel Türk Sporuna bir kaynak bırakmayı amaçlıyorum.
Çalışmalarım süresi içerisinde bana yardımcı olanlara da huzurunuzda teşekkür ederim.
Bu yıl rahmetli olan duyarlı dostum Ali Gümüşün, Güreş Tarihi, Türk Spor Vakfı Yayınları 5/4, 1988 yılında Türk Spor Vakfı adına yayınlanan kitabından alıntı yaparak 654 Tarihi Kırkpınar Güreşleri haftası içerisinde ki sizlere ilkyazımı aşağıda sunuyorum.
Güreşin Tarihsel Gelişimi
Güreşin başlangıcı, çok eski çağlara kadar gider, tarihten önceki çağlardan elimizde açık belgeler her ne kadar yoksa da insanların taş ve demir devrinden de güreştiklerine bizi inandıracak vesikalar ortaya çıkarılmış bulunmaktadır.
Çok eski zamanlarda müdafaasız insan, kendisini, düşmandan vücudu ile korur, sopa ve taş onun başlıca savunma vasıtası olur, karşı karşıya gelince, bunlar da para etmezdi. Düşmana karşı yapılan vücut müdafaasına hazırlanmak, daha önceden idmanlı bulunmakla kabildi. Büyükler küçükleri yetiştirir, onlara tecrübelerinden istifade etmek suretiyle bir takım faydalı bilgiler öğretirlerdi. Bunlar da pek tabii olarak bir güreş karşılaşması ve idmanı şeklinde kendine gösterirdi.
Güreşin müdafaa vasıtası olmaktan çıkıp spor haline gelişine kadar geçirdiği yıllar tarihin karanlıkları içinde kaybolmaktadır. Bugünkü imkânlara dayanarak içinde kaybolmaktadır. Bugünkü imkânlara dayanarak bir tahmin yapmak lazım gelirse, spor olarak kabul edilişi, milat denilen İsa’nın doğuşundan önce yedi veya sekizinci yüzyıla kadar dayanır denilebilir.
Güreşin, spor haline getirenlerin başında eski Yunanlıları görmekteyiz.
Eski Yunanlıların yurtları olan Peleponez (Mora) yarım adasının batı sahilinde ki Olemp şehrinde, yerlerin ve göklerin tanrısı ve bütün ilahların babası denilen Zeus (Jupiter)’in namını anmak için İsa’nın doğuşundan 776 yıl önce her dürt senede bir Haziran ayının sonunda Olimpiyat Oyunları yapılırdı. Beş gün süren bu oyunların üçüncü gününde pankreas denilen döğüşlü müsabakaları yapılırdı.
Törene, atletlerin geçişi ile başlanır, tören bittikten sonra Heledonla denilen hakemlerden biri üzerinde harfler bulunan balmumundan yapılmış kabukları çift çift bir torbanın içine koyardı. Her sporcu bu kabuklardan birer tane çekerek, aynı harfleri çekenler birbirleri ile güreş tutarlardı. Bundan sonra yenilenler çekilecek, yenenler de birbirleriyle karşılaşacaklardı. Güreşecekler tek olursa, kurada en sona kalan ve işi bulunmayan güreşçi Olimpiyat kuralları gereğince bütün müsabakaları kazanan ile güreşecekti. Bu adeta güreşmeden müsabaka kazanmak gibi bir şeydi. Güreşeceği bir tek güreşçi de ona gelinceye kadar iyice yorulmuş bulunacaktı.
Eski Olimpiyat Oyunlarının kurallarına göre güreşirken rakibini kasten ve kazaen öldürmek yasaktı. Buna sebep olanlar mükâfatlarından olacakları gibi para cezası ödemeye mahkûm olurlardı.
Günümüzün Greko-Romen’e benzeyen eski Yunan güreşinde “Yağlı Güreş” de vardı. Yunan topraklarının, dolayısıyla Ege bölgesinin bir zeytinyağı bölgesi oluşu, yağlanma işini kolaylaştırmak idi.
Güreşin zamanla Yunanlılardan Roma’ya geçtiği görülmüştür. Yunan medeniyetinden ziyadesiyle faydalanan Romalılar, Yunan güreşini kendilerine uydurdular. Greko-Romen branşında ve serbest stilde yapılan güreşler Roma’da çok tutulmuştu. Bir rivayete göre Romalılara güreş Etrüsklerden geçmiş, Yunanlılar da Etrüsklerden faydalanmışlardır.
Etrüskler, Orta Asya’dan kalkarak Avrupa’ya gelip İtalya yarımadasına yerleşmişlerdir. Güreş tuttuklarına göre bunu yüzyıllar önce Orta Asya’dan getirdikleri de pek tabiidir. O tarihlerde, Avrupa’dan daha ileri medeniyete sahip Orta Asyalılarda güreşin varlığını düşünmek ne kadar normal bir olaysa, kendilerinin pek yakınlarında yerleşen Etrüsklerle temas eden Yunanlıların güreşi öğrendikten sonra Romalılara geçilmiş olması mümkün görülmektedir.
Güreşin Avrupa’ya yayılışı Roma’dan başlar. Greko-Romen stili böylece bütün dünya tarafından tanınan ve medeniyetle birlikte ilerlemiş modern bir spor olmuştur.
Türkler de Güreş
Türkler, Büyük Göç’ten önce “Totemizm” akidesinin verdiği hür ve serbest terbiyenin doğa güçlerine tapınmanın etkisinde kalarak, doğaya, kuvvete tutkun karakteristik özellikleriyle pehlivanlığı, asırlar boyunca baştacı yapmışlardır. İslamiyet’ten önce de her Türk güreşi bilir ve yapılırdı. Ölen yiğitler silahlarıyla gömülür, mezarları çevresinde dokuz gün dokuz gece süren güreşler düzenlenirdi. Yiğitlerin ölüm yıldönümlerinde de yine üç gün üç gecelik güreş müsabakaları düzenlenirdi.
Atalarımız güreşe özel önem vermiş, bütün sporlarda üstün tutmuşlardı. Binicilik ve atıcılığın yanında “Pujila” da (Yakut Türklerinin buluşu bir tür boks) ve atlı cirit oyunlarından son derece usta olan Türkler, güreş de bütün sporların temeli, terbiye verici, adeta bir ibadet şeklinde kabul etmişlerdir.
Orta Asya’daki Türkler kendi aralarında harp etmek istemezler, aralarında çıkan anlaşmazlıkları, karşılıklı çıkardıkları iki pehlivanın kıyasıya güreşin sonucuna bağlarlar, yenen pehlivanın tarafı galip, yenilen pehlivanın tarafı da mağlup sayılırdı.
Anadolu Selçuk Türklerinin devamı olan Osmanlı Türkleri, Doğu Roma İmparatorluğunun güreşçileri ve onların güreş stillerini görmüşlerse de, bu güreş tarzıyla ilgilenmemişlerdir.
Rumeli’ye geçen Osmanlı Türkleri, bölgede gördükleri yağlanarak yapılan güreşle ilgilenmişler ve güreşi kendilerine has bir tarzda yapmaya başlamışlardır.
Osmanlı Türkleri yağlı güreşin gelişmesi için Güreş Tekkelerini (günümüzün spor kulüplerini) İmparatorluğun coğrafyası içerisinde açtılar. Tekkelerle aracılığıyla güreşi yönettiler. Tekkelerin başkanlarına (Şeyh), sporculara (Mürit) adını verdiler.
Tekkelerde yapılan idmanlarda akıl durduracak kadar başarılı olmuş, günümüz dahi eşine rastlanmayacak kadar teknik bilgiler öğretilmiştir.
Tekke teşkilatı, Türk pehlivanlığının yıllarca üstün kıvamda kalınmasına, bütün dünyaya ün salmasına yardım etmişti. Günümüzde spora önem veren ülkelerde bile bu teşkilata, bu disipline ve tekniğe sahip oldukları görülememektedir.
Tekkelerin sporcularının ve başkanlarının aylık ve yemek vakfiyelerinden başka, birer ikişer imareti vardı ki, bu imaretlerde isteyen halk gelen seyirciler, geçen seyyahlar parasız istedikleri gibi yer ve içebilirlerdi. Bütün bu vakfiyeler zamanın Beylerbeyleri, paşaları, vezirleri, ayanı ve Hakanları tarafından yüz binlerce altın hibe edilerek ortaya çıkarılmıştı.
Osmanlı Türklerinde güreş iki stilde yapılırdı.
1.     Anadolu’da “Karakucak” yani kuru güreş. Avrupalılar Serbest Güreş adını verdiler. Rumeli Türkleri Karakucak Güreşine “Harman Güreşi” derler.
2.     Rumeli’nde (Trakya ve Balkanlar’da) “Yağlı Güreş” yapılmaktadır. Yunanlılar tarafından, eski Olimpiyat Oyunlarında güreşçilerin zeytinyağıyla yağlanarak yapılan güreşin, bölgede bulunan Türkler tarafından benimsenerek yayıldığı belirtilmektedir. “Rumeli Türkleri eski Yunanlılara ait olan yağlı güreşi tamamıyla değiştirerek Türkleştirmişler ve Yunan ilahları için tertiplenen Olimpiyat Oyunlarının bu spor dalını, kendilerine has bir şekilde Müslümanlaştırmışlardır.” Yağlı güreşte tören çok önemlidir. Güreşe başlamadan önce pehlivanlar soyunup deri kispetlerini giydikten sonra yağ kazanının başına gelirler ve Kıbleye dönerek üç ihlâs bir fatiha okurlar, pirleri Hasreti Hamza’ya dua ettikten sonra Cazgır tarafından seyircilere tanıtılırlar. Yağlı güreş daha çok muvazene güreşidir.
Alıntı: Ali Gümüşün, Güreş Tarihi, Türk Spor Vakfı Yayınları 5/4, 1988 yılında Türk Spor Vakfı adına yayınlanan kitabın sayfa 3-16.

Burhan Aytekin, Edirne Yenigün Gazetesi