31 Ağustos 2012 Cuma

2012-2013 Edirne Futbol Sezonunda Süper ve 1. Amatör Küme A ve B Grupları Belli oldu

2012–2013 Futbol Sezonu
Edirne Süper ve 1. Amatör Küme Grupları
İlk Hafta Müsabakaları Belli Oldu

29 Ağustos 2012 Çarşamba günü Edirne Amatör Spor Kulüpleri lokalinde toplanan ilimizin amatör futbol kulüpleri 2012–2013 Edirne Futbol Komitesinde görev alacak 3 asil ve 3 yedek üyelerini, Edirne Süper Amatör Liginde oynayacak spor kulüplerinin lige katılma kuraları, Edirne 1. Amatör Kümede oynamaya hakkını kazanan kulüplerinin grupları ile lige katılma kuraları çektiler.

Çekilen kuralar sonunda aşağıdaki spor kulüpleri üyeleri aldıkları oylar sonucu Edirne Futbol Tertip Komitesinin asil ve yedek üyeliklerine seçildi.


Kulübü
Asil Üye
Kulübü
Yedek Üyeler
Tunca Spor
Atılay Akaycı
Yıldırım GB
Yılmaz Eygül
Yeniimaret Spor
Murat Kayasöken
Osmanlı Spor
Hüseyin Bakır
Küçükpazar Spor
Yılmaz Dere
Edirne Spor
Erdem Güyümgüder

 
2012–2013 Futbol Sezonu Edirne Süper Amatör Kümede ilk hafta oynanacak müsabakaların programı belli oldu.
Süper Amatör Kümede
İlk Hafta Oynanacak Müsabakaların Programı

Ev Sahibi Takım
Misafir Takım
Uzunköprü Spor
Yenikarpuzlu Spor
Anafartalar Spor
Kazanova Spor
Saray Spor
Karakasım Spor
Doyran Spor
Keşan Spor
Karaağaç Arda Spor
Edirne Spor
Yeniimaret Spor
Bay
 
1. Amatör Küme Gruplaması

A Grubu
B Grubu
Köy Hizmetleri Spor
Subaşı Spor
DSİ Spor
Saraçhane Spor
Havsa Spor
Yenimahalle Spor
SHÇEK Spor
Kirişhane Spor
Tayakadın Spor
Köprüce Spor
İpsala Spor
Enez Spor
İbriktepe Spor
Osmanlı Spor
Karlıova Spor
Küçükpazar Spor
Tunca Spor
Yıldırım GB Spor
1. Amatör Kümenin A ve B Gruplarında
 İlk Hafta Oynanacak Müsabakaların Programı

A Grubu
 
B Grubu
Ev Sahibi Takım
Misafir Takım
Ev Sahibi Takım
Misafir Takım
Karlıova Spor
Köy Hizmetleri Spor
Küçükpazar Spor
Subaşı Spor
DSİ Spor
İbriktepe Spor
Saraçhane Spor
Osmanlı Spor
İpsala Spor
Havsa Spor
Enez Spor
Yenimahalle Spor
SHÇEK Spor
Tayakadın Spor
Kirişhane Spor
Köprüce Spor
Tunca Spor
Bay
Yıldırım GB Spor
Bay

 

30 Ağustos 2012 Perşembe

Türkiye Cumhuriyeti'nin Ulusal 30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olusun

30 Ağustos Zafer Bayramı
Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal bayramıdır.
"Vicdan hürriyetine asla müdahale edilemez, zira bu ferdin tabii haklarının en mühimlerinden biri addedilir...
Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.
Türkiye'de her yetişkin (reşit) dinini seçmekte hürdür. İbâdet hürriyetine gelince, insanlar hangi dine mensuplarsa o din ile ilgili ayin ve merasimleri yapmakta serbesttir. Fakat ayinler asayiş ve genel adaba aykırı olamaz, siyasi gösteri şeklinde de yapılamaz" M. Kemal ATATÜRK
Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla yurdumuz tamamen elimizden alınıyor, vatanımızda hür olarak yaşama hakkımıza son veriliyordu. Yüzyıllardır üzerinde bağımsız olarak yaşadığımız bu topraklar düşmanlara veriliyor, bizim de bunu kabul etmemiz isteniyordu.
Türk milletinin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. 19 Mayıs 1919'da Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasının ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapıldı. Daha sonra 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Atatürk, 23 Nisan 1920'de TBMM'yi kurdu. Böylece hem memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu. Hem de Kurtuluş Savaşı'nın merkezi Ankara oluyordu.
TBMM Meclisi yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. "Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşü"nden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı. Oluşturulan düzenli ordularla savaşa girildi. İlk başarı, Doğu'da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde, Yunanlılarla, I. İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı. Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılara büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan ordusu yeniden saldırıya geçti.
Saldırı üzerine Mustafa Kemal, ordularına: "Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." emrini verdi.
Türk askeri, büyük bir azim ve fedakârlıkla bu karara uydu. 23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesiyle, Türk milleti 1699 Karlofça Antlaşmasından beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu. Sakarya Savaşı, Türk milletinin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal'e "gazi" unvanı ve "Mareşal" rütbesi verildi.
Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı'ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı.
1922 yılı Ağustosuna kadar, hazırlıklar tamamlandı. Güneydeki Türk birlikleri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydırıldı. İstanbul'daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silâhlar satın alındı. Ordumuza taarruz eğitimi yaptırıldı. Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal'in başkomutan-lığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis'te vardı.
Bu savaş, Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.
Büyük Taarruzun başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir'e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu. Hain düşmanın, haksızca ve alçakça işgaline "dur" diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya ispatlayan bu büyük zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, bayram yaparak kutluyoruz.
Zafer Bayramı Nasıl Kabul edildi
Zafer Bayramı, 1922 yılında 26 Ağustos'ta başlayıp, 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında galibiyet ile tamamlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi'ni (Büyük Taarruz) anmak için kutlanan bayramdır. Gerçekte, tüm düşman birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra olsa da, 30 Ağustos, sembolik olarak, ülke topraklarının düşmandan arındığı günü temsil eder.
İlk defa 30 Ağustos 1923 günü Afyon, Ankara ve İzmir'de kutlanmıştır. Resmî olarak Zafer Bayramı ilan edilmesi 1935 yılı Mayıs ayında olmuştur.
Zafer Bayramı ülkede törenlerle kutlanır. Devlet erkânı ve birçok vatandaş, Ankara'da Anıtkabir'i, diğer illerde de anıt ve şehitlikleri ziyaret edip, Mustafa Kemal Atatürk'e, silah arkadaşlarına ve komutasında savaşmış askerlere şükranlarını sunarlar. Hemen hemen her yerleşim yerinde, askerî birlikler geçit törenlerine katılırlar. Ayrıca dış temsilciliklerde de çeşitli kutlamalar yapılır.
 
"30 Ağustosta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk milletinin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve pek çok son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif zordur. Eğer ben, açıklamakta zayıf kalırsam beni hoş görünüz." Mustafa Kemal ATATÜRK, 30.08.1928
“Unutulmamalıdır ki, Atatürk Devrimi, demokratik bir niteliğe sahiptir. Padişahlığı ve halifeliği yıkarak yerine ulus egemenliğine dayanan Cumhuriyeti getirmiştir. Atatürk Devrimi, özünü Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan almıştır. Türk Milletinin bu büyük savaşı, hem Anadolu'yu ele geçirmek isteyen dış düşmanlara, hem de bu düşmanlarla iş birliği yapan Padişahlık ve Halifelik düzenine karşı verilmiştir. Bu mücadele dışarıya karşı bağımsızlığı, içeride de ulusal egemenliği amaçlamıştır.
Bu doku, Türk ulusunun ‘doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudret’ ile şekillenen ve Ulu Önder Atatürk'ün İlke ve Devrimleriyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni sonsuza kadar yaşatacak dinamik gücün temeli olmaya devam edecektir.”
Unutmayın, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün: "Cumhuriyeti kuranlar, onu korumaya da muktedir olmalıdırlar." özdeyişi daima rehberimiz olacak ve bize güç verecektir.
Sonuç olarak
Milli Bayramlarımız
ü  23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
ü  19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı
ü  30 Ağustos Zafer Bayramı
ü  20 Ekim Cumhuriyet Bayramı
 Milli bayramlar milletçe kutlanan, milli birlik ve beraberliğin pekiştirildiği günlerden oluşur. Bu bayramları dini bayramlarla karıştırmamak gerekir. Çünkü bu günlerde milli birlik ve beraberliğin sürekli hatırlanarak devam ettirilmesi amaçlanır. Nedeni ise şöyle açıklanabilir, milli birliği olmayan bir devletin uzun süre varlığını devam ettiremeyeceği gerçeğidir.

Kaynaklar
http://tr.wikipedia.org/
http://www.2yuz.com/
http://www.renkliweb.com/

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Balkanlar'da ki Türk Soykırımı

Balkanlar’da Unutulan
Türk Soykırımı
Balkanlarda Balkan Savaşında işgal edilen bölgelerdeki Müslümanların savaştan önceki ve sonraki nüfusları ele alındığında, 96 yıldır görmezden gelinen büyük bir insanlık suçu ortaya çıkar. Osmanlı’nın 1906 yılı nüfus istatistiklerine göre Makedonya’da 1 milyon T…ürk, 750 bin de Arnavut olmak üzere toplam 1 milyon 750 bin Müslüman (Selanik’te 485 bin, Kosova’da 752 bin, Manastır’da 460 bin). Ulahlar ve Sırplar da dâhil olmak üzere 627 bin Rum, 575 bin Bulgar, 200 bin civarında da Yahudi, Ermeni, Katolik ve Protestan bulunuyordu. Avrupalı kaynaklar da Müslümanları 1 milyon 200 bin ila 1 milyon 500 bin arasında gösteriyordu. Ama Avrupalılar, Hıristiyanların toplam nüfusunu biraz daha fazla göstermeye gayret ediyorlardı.
Balkan Savaşları’ndan önceki nüfus hareketlerini de hesaba katan McCarthy, yeni göçlerle 1911′de Makedonya’yı oluşturan üç vilayette (Kosova, Manastır ve Selanik) Müslümanların iki milyona ulaştığını söylüyor. Osmanlı Rumeli’sindeki diğer Müslümanların sayısının da (Edirne vilayetinde 760 bin, Yanya vilayetinde 245 bin, İşkodra vilayetinde 218 bin olmak üzere) 1 milyon 223 bin olduğunu hesap ediyor. Buna göre Balkan Savaşlarından önce Osmanlı Avrupa’sı denen Rumeli topraklarında (Arnavutluk ve Bosna Hersek hariç) toplam 3 milyon 242 bin Müslüman (Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkez) yaşıyordu. Bulgarların sayısı 1 milyon 220 bin (Makedon ve Sırplar, Bulgar nüfusu içinde sayılıyor), Rumların ise 1 milyon 558 bin idi. Müslümanlar tek tek her vilayette ve bölgenin tamamında mutlak çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Savaşla birlikte Edirne vilayeti dâhil Osmanlı toprakları tamamen işgal edildi. Daha sonra Osmanlılar Edirne’yi kurtardı ve buradaki Bulgarlarla, Bulgaristan’da kalan Türklerin bir kısmı mübadele edildi. 1911 yılı istatistiklerine göre hesaplandığında Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan tarafından işgal edilen bölgelerde bulunması gereken Müslüman nüfus 2 milyon 315 bindi.
Savaşın başladığı 1912 yılından itibaren Osmanlı topraklarına (Anadolu ve Trakya’ya) sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Türk-Yunan mübadelesi gereğince, 1921–1926 yılları arasında gelen göçmen sayısı da 398 bin 849 idi. Bu da Balkanlar’dan Türkiye’ye 1912′den 1926′ya kadar toplam 812 bin kişinin ulaştığını gösteriyordu. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’da 1920′li yıllarda yapılan sayımlar ise buralarda kalan Müslüman sayısını 870 bin olarak veriyordu. Bunlar, Türkiye’ye sığınanlarla birlikte 1 milyon 682 bine ancak ulaşıyordu. Bu savaştan önceki miktardan (2 milyon 315 bin) düşüldüğünde 632 bin kişinin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Kayıpların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Savaşlarda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlisi olduğu için Balkan nüfusundan sayılmayan binlerce kişi bu sayılara dâhil değildi.
Sonuçta Balkanlar’daki Müslüman nüfusunun yüzde 35′i sürülmüş, yüzde 27′si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. ”Irklar Savaşı” meyvesini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar’ın hayatından tart edilmişti.
Türkiye’ye ve Türklere de bunu kabullenmek düşmüştü. Hayır, kabullenmek de yetmemişti. Unutmak gerekmişti. Trakya’dan Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılan göçmen köylerinin, kasaba ve şehirlerinin; o şehirlerdeki göçmen mahallelerinin, konusu sürgün ölüm olan pis bir oyunun hazin dekorları olduğu hatırlanmak dahi istenmemişti.
Balkanlar’ı gezenler, Balkanlar üzerine yazanlar, sözüm ona anadolu’daki soykırımların çetelesini tutanlar, bir kez olsun, bir zamanlar Balkanlar’ın çoğunluk nüfusunu oluşturan Türklere ne olduğunu sormadılar.
Vicdanlı bir kalem, temiz bir kalp, kirlenmemiş bir beyin; Leon Troçki bundan 96 yıl önce, “kültürden nasibini almış her insanın, hissetme ve düşünme aczi yaşamayan herkesin tüylerini ürpertecek, midesini bulandıracak suçları” bir bir sıraladı ve haykırdı: “Nerdeler şimdi? O binlerce yaralı Türk nerede? Onlara ne oldu? Onları ne yaptınız? Bize bu soruların cevabını verin!”
Bu soruya kimse cevap vermedi. Ne yazık, o gün bugündür bir daha kimse sormadı
Balkan Savaşlarında Batıda Sırpların, kuzeyde Bulgarların, güneyde Yunanlıların genişleyerek kendi sınırlarına kattığı Makedonya ve ötede Trakya bir cehenneme dönmüştü. İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, ‘’Hiç abartmaya düşmeden denilebilir ki, Kavala ve Drama yörelerinde Bulgar komitacılarının ve yerel Hıristiyan halkın elinden çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza geçmeler ve talan etmeler olmuştur’’ diye yazılmıştı. Bulgarlar, Rainovo, Kilkis ve Plantza’da Türkleri toplu halde yakma yoluyla infaz etmişlerdi. Rodop mıntıkasında Pomak köyleri ‘’insanları ve hayvanlarıyla birlikte’’ top ateşine tutularak yok edilmişti. Dimotike’de ‘’silahsız Türkleri nehre atıp yaban ördeklerine ateş eder’’ gibi avlamışlardı. Mustafapaşa’da hayat bir ‘’şeytan oyununa’’ dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her yerde, örneğin Tırnova’da, Kırcali’de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar ‘’boğazları kesilmiş’’ olarak yatıyorlardı. “Türk çocuklarının cesetleri de o kurtarıcı lejyonun muzaffer yolu’’nu işaretliyordu.
Troçki, Bulgar ordularına esir düşen ya da savaş meydanlarında yaralı ele geçirilen Türk askerlerinin de katledildiğini duyurmuştu. Sadece Bulgar askerlerince değil, görevi yaralılara yardım etmek olan sıhhiyecilerin de bu suça katıldığını belirterek, ‘’Kastettiğim… Bulgar komutanlarının emriyle, savaş meydanlarındaki yaralı Türklerin süngülenerek veya hançerlenerek soğukkanlı bir şekilde öldürülmesinden başka bir şey değil. Birçok yaralı Bulgar askeri, bana üzerlerine kalkan süngüleri dehşet içinde seyreden o silahsız adamların nasıl katledildiğini, gözlerini benden kaçırarak anlattı’’ diye yazmıştı.
Yunanlılar ise örneğin, “Pravişta kazasında Türkleri toplayıp Kasrub Çayı’nın yatağına götürdüler, hepsini öldürdüler ve cenazeleri, orada becerdikleri işin tanığı olarak bıraktılar”. Doyran, Gevgili ilçelerinin tüm kapsamında hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları öldürdüler. Yanya’da, Arnavutluk’un güneyinde Yunanlıların giriştiği kıyım ve yağma olayları, köylerin yakılması konsoloslarca rapor edilmişti. Gene de Yunanlılar hakkındaki suç dosyasının, diğerleri kadar kabarık olmamasının bir nedeni, savaşı izleyen gözlemci ve gazetecilerin çoğunun “Hellen aşığı” olmasıydı. Diğer bir nedense, işgal altındaki Arnavut topraklarının gazetecilerce tercih edilmemesiydi.
Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında, Bulgar ve Yunan işgali altındaki bölgelerde yaşanan olayları tek tek anlatıyor. Trakya’dan geçen demiryolu boyunca tüm köy, kasaba ve kentlerin tamamen talan edilip yakıldığını, kaçamayan Türklerin öldürüldüğünü anlatıyor. Dedeağaç, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne; Çatalca’ya kadar bütün Trakya bu öldürme ve talandan paylarını almıştı. Ama Gümülcine, Kavala’da, Serez’de, Ustrumca’da öldürülenlerin sayısı hesapsızdı. Örneğin Kavala’da yerliler hariç, buraya sığınmış yedi bin muhacir katledilmişti. Serez’de öldürülenler beş bin kadardı.
Manastır en talihsiziydi. İngiliz Konsolos Greig durumu rapor etmişti:
“Yalnız Müslümanların yaşadığı köylerin yaklaşık %80’i ve karışık nüfuslu köylerin Müslüman kesimleri, Manastır kazalarından Kirçevo, Florina, Serfiçe, Kialar, Kozan, Elassona, Grevena, Neseliç ve Kastoria’da her yer talan edilmiş veya bütünüyle yakılıp yıkılmıştır.”
Bütün bu bölgelerde savaştan önce Müslümanlar çoğunluktaydı. Savaşla birlikte bu nüfusun kimi yerde tamamı, kimi yerde de çoğu yok olmuştu; bir kısmı göç etmişti, bir kısmı da katliama uğramıştı. Bütün bu suçlar, Birinci Balkan Savaşı (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı) bitip de İkinci Balkan Savaşı (Makedonya’nın bölüşülememesi yüzünden bu ülkelerin birbirine karşı giriştiği savaş) başlayınca ortaya çıktı. Yunanlılar Bulgarların, Bulgarlar Yunanlıların suçlarını sayıp dökmeye başladılar. Bazı Avrupa ülkelerinin gazeteleri Yunan taraftarı olarak Bulgar zulümlerini anlatırken Bulgar yanlısı Rus gazeteleri Yunan dehşetini tefrika ettiler. Dünya “zavallı Türklerin” başına gelenlerin bir kısmını bu sayede öğrendi.
Örneğin Bulgar yanlıları bildirdiler ki, Türkler Selanik’i Yunanlılara değil de Bulgarlara teslim etseydi, o feci olayları yaşamazlardı. Yunanlılar Selanik’i bir protokol ile savaşsız ele geçirmişti. Protokolde Selanik’teki Türklerin ve savaş boyunca buraya doluşmuş on binlerce sığıntının hayatları garanti edilmiş, talan ve yağmaya göz yumulmayacağı taahhüt edilmişti. Tam tersi oldu. Türklerin ve bu arada Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Koca şehir teröre teslim edildi. ‘’Büyük karışıklık ve katliam başladı. Epey Müslüman ve Musevi hayatlarını kaybettiler.’’ Bir Alman gazeteci, SELANİK’İN FETHİNİ şöyle duyurdu: “Selanik’teki Ayasofya Camii üzerinde haç yükseliyor yeniden. Yeni fatihler haçı diktiler; ama hani nerede hıristiyanlık ve insanlık belirtileri? Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi. Çeteler civar köylerdeki Müslümanlara yapmadıklarını koymadılar. Çok sayıda göçmen açlıktan ya da süngüyle öldü. Yunanlıların beslemeyi taahhüt ettikleri silahtan tecrit edilmiş osmanlı askerlerinden çoğu keza açlıktan öldü.” Belirtmek gerekir ki, teslim olan Osmanlı askerlerinin sayısı yaklaşık 25 bindi. Times muhabiri de ‘’Yunanistan’ın zaferini ne yazık ki fazla takdir edemiyoruz’’ diyerek olanları özetlemişti. Bütün bu cinayetler işlenirken İngiliz ve Fransız donanması Selanik Körfezi’nde demirliydi ve olanı biteni izlemekle yetinmişlerdi.
Mora’da Türk Soykırımı ve Yunanistan’ın Doğumu
1800’lü yılların başında, bugünkü Yunanistan’ın güney ucunda, Mora Yarımadası’nda kin ve düşmanlığın çığlığı yükselene kadar:’’Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!’’ Balkanlar’ın Türklerden temizlenmesine dönük ilk hareket Yunan başpiskoposunun tarihe armağan ettiği bu sloganla başladı. Mora’da başlayan 1821 isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan ülkelerine model oldu. Bu isyan hala batı ders kitapları ve kaynaklarında sadece yunanlıların Türk yönetimine karşı kahramanca isyanı ve bağımsızlık hareketi olarak gösterilir.
Model şuydu: “Bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına uzanan yolda Türkler, bir engel olarak görülmekte idiler.” Buradaki Türk varlığı, Osmanlı müdahalesi için bahane oluşturabilir ve Türkler doğal olarak Osmanlı’ya bağlılık duyarlar diye varsayıyorlardı. “Çare, kökten kazıyıp yok etme idi.” Nitekim Mora’daki (o zamanki Yunanistan sadece Mora Yarımadası’nı kapsıyordu) ayaklanma, doğrudan sivil Türkleri hedef aldı. O sırada Mora’da 30 bine yakın Türk yaşıyordu. İki ay içinde çoğu kıyımdan geçirildi. Yunan ayaklanmasını anlattığı 1861 tarihli kitabında George Finlay, şunları yazdı: “Adamlar, kadınlar ve çocuklar hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘işte şurada Ali Ağa’nın kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük’ diye anlatırlar. Ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi…’’ Finlay’i bu denli dehşete düşüren şey, savaş ya da isyanlarda görülecek türden öldürmeler değildi. Yunan çeteci ve köylülerin, düpedüz karşılaştıkları her Türk’ü çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden doğramalarıydı. Kasabalar basılıyor, Türkler toplanıp “bir dere yatağına” ya da uygun bir yere götürülüyor ve orada katlediliyorlardı. Alison Phillips 1897’de yayımlanan kitabında katliamın boyutlarını şöyle anlattı: “Her yerde daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla kıyımdan geçirmek idi. ‘Hiçbir Türk kalmayacak! Ne Mora’da, ne dünyada’; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu…
Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı. Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı kitabında, öldürülen Türklerin 25 bin kişi olduğunu yazdı.
Burada ölenlerin sayısından daha önemli olan, bunun bir arındırma politikası olması ve Balkanlar’ın tarihine damgasını vurmasıydı.
Olayların Osmanlı başkentindeki yankıları yakıcıydı. Katliamlar karşısında halkın kapıldığı infial ve öfke o denli büyüktü ki, İstanbul’daki Rumlara karşı her an misilleme hareketleri başlayabilirdi. Padişah Mahmud da öfkesini dizginleyemeyenlerdendi. Kayseri, Edirne, Tarabya, Edremit piskoposları ile İstanbul’daki patrik Gregorius’un idam fermanını verdi. Ortodoksların davranışlarından patrik sorumlu tutulmuştu. Patrik, Fener’deki patrikhanenin “Orta Kapı”sında asıldı ve yaftası göğsünde üç gün teşhir edildi. (O kapı o gün bugündür kapalı tutuluyor.)
Öte yandan, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordu, Mora’ya çıktı. İsyan kısa zamanda ve şiddetle bastırıldı. Ama işte tam da bu anda, Batılı devletler müdahale çarkını işletti. İsyana sevk ettikleri, destekleyip yönlendirdikleri Yunanistan’ın daha doğmadan ölmesine izin veremezlerdi. Ordularını Mora’dan çekmesi için Osmanlı’ya yönelen baskı ve tehditler işe yaramayınca, dünya askerlik tarihinin en utanç duyulacak saldırısını gerçekleştirdiler. İngiliz, Fransız ve Rus gemileri, Navarin’de demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını, savaş ilanına gerek duymadan topa tuttu; savaş hali olmadığı ve herhangi bir saldırı beklemediği için müttefik gemilerinin gelişini seyretmekle yetinen 57 Osmanlı gemisi batırıldı. Sekiz bin denizci oracıkta öldürüldü. Fransa, denizcilik tarihine “şanlı bir zafer” yazdıklarını açıkladı. İngilizler temkinliydi; bir yanlışlık olmuş gibi davrandılar. Osmanlı’nın Mora’dan çekilmesi için bu da yeterli olmadı. Bu kez İbrahim Paşa üzerindeki baskılar artırıldı. Sonunda İbrahim Paşa ikna edildi ve isyanı bastıran ordu Mora’dan çekildi. Osmanlı hala Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmiyordu. Artık tek yol kalmıştı: Savaş. Rusya’nın saldırısı(1828) bu koşullar altında başladı ve Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Edirne Antlaşması’nın imzalanması Yunanistan’a bağımsızlık, Sırbistan’a da özerklik getirdi. Osmanlı’dan koparılan bu ilk ülkenin kralı da Almanya’dan geldi; Bavyera Prensi Otto, beyaz bir atın üzerinde muzaffer bir komutan gibi Atina’ya girdi. Antlaşmada adına ‘’bağdaşmazlık ilkesi’’ denen yeni bir anlayış da yüzünü gösterdi: Buna göre, ‘çatışmaları önlemek için ‘’Mora’daki Türklerin çıkarılması öngörüldü. Özerkleştirilen Sırbistan’daki Türklerin de, Belgrad ve bir iki kale hariç ülkeden sürüldüler. Balkanlar’ı kana boğacak, ileride müdahaleye gerekçe oluşturacak olan da işte bu batılı ilkeydi. Bağımsızlık fitilini tutuşturan her balkan halkına, aynı toprakları paylaşan Türk ve Müslümanları sürme, gerekirse yok etme işareti verilmişti.
93 Harbi ve Rusların Yaptığı Türk Soykırımı
Tarihimize 93 harbi diye geçen bu savaş, Balkanlar’da sivillerin doğrudan hedef alındığı ilk savaştı. Mesele toprak kayıplarının çok ötesindeydi. Kaybedilen topraklarda ve sonradan Bulgaristan olacak ülkede yaşayan Türkler, toptan kıyıma ve sürgüne tabi tutulmuşlardı. Bir milyonun üzerinde insan sürgünlerin önünde yollara düşmüş ve bunların yüz binlercesi can vermişti.
Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan önce, yani 1877’de, sonradan Bulgaristan olacak Tuna Vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin (aralarında Çerkezlerde vardı) sayısı 1 milyon 500 ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. Bulgarların sayısı kimi kaynaklara göre Türklerden biraz daha az, kimine göre biraz daha fazlaydı. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız kaynakları her iki halkın nüfusunun aşağı yukarı aynı olduğunda birleşiyordu. Tarihçi Justin McCarthy, Türk nüfusunun 1 milyon 500 bin olduğunu söylüyor. Nüfusla ilgili kaynakları değerlendiren Ömer Turan ise savaştan önce Bulgar olmayanların (1 milyon 949 bin), Bulgarlardan (1 milyon 793 bin) daha çok olduğunu, Bulgar olmayanların yüzde doksanını da Türklerin oluşturduğunu söylüyor: Buna göre, Türkler 1 milyon 600 bin civarındaydı. Rum, Ulah, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar olmayan toplulukların sayısı da 350 bin kadardı. Demek ki,
“Bulgar devletinin kurulması hazırlıklarının yapıldığı bölgede Bulgarlar çoğunluğu teşkil etmemektedirler.’’ Bu durum işgal sonrasını planlayan Rus Prens Panslavist Çerkaski’nin başkanlığında kurulan Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nca da tespit edilmişti. Örneğin Tuna Vilayeti’ne bağlı Rusçuk, Sofya, Tulça ve Varna sancaklarında Türkler; Vidin ve Tırnovo’da ise gayrimüslimler çoğunluktaydı. Diğer Hıristiyan unsurlar dışta tutulunca, hiçbir yerde Bulgarların, etnik bir grup olarak çoğunluğu sağlayamadıkları anlaşılıyordu. Tarihçi Turan, Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nın Tuna ve Edirne vilayetlerindeki Türkleri ve Müslümanları “def etmeyi ve yok etmeyi’’ amaçlayan “nüfus ihtilali’’nin, bölgenin bu demografik durumunun tespitiyle planlandığını belirtiyor. Açıkçası katliam ve sürgünlerin nedeni kurulacak Bulgar devletinin Slav çoğunluğa dayanması fikriydi ve önceden planlanmıştı.
Savaş ve ardından yürütülen saldırılarla Türk nüfusun bir milyon kadarı topraklarından sürüldü. Bunun 515 bini sığındıkları topraklarda kaldı. Sığıntıların 105 bini Edirne’ye, 60 bini Selanik’e, 140 bini Kosova ve Manastır’a, 120 bini İstanbul’a, 90 bini de Anadolu’ya yerleştirildi. Bazıları da savaştan sonra geri döndü. Bulgaristan’ın 1887 yılı nüfus sayımına göre kalan Türklerin sayısı 672 bindi. Savaştan sonra da 52 bin Türk’ün Osmanlı Ülkesine göç ettiği kayıtlıydı. Bunlara Osmanlı ellerinde kalmış 515 bin de eklendiğinde, başlangıçtaki 1 milyon 500 bin rakamına ulaşmak mümkün oluyordu. Tarihçi Ömer Turan da Türk nüfusun savaştan sonra yarı yarıya azalarak 800 bin kişiye düştüğünü belirtiyor. Bunun 515 bini göçmen olarak Osmanlı Topraklarına yerleştirildiğine göre, 250 binden fazla (McCarthy’ye göre tamı tamına 261 bin) Türk’ün akıbeti meçhuldü.
Meçhul değildi aslında, nüfus tablolarında “telefat’’ hanesinde gösterildiğine göre, bu insanlar ölmüştü. Peki, bu kadar insan nasıl öldü? Bir kısmı kuşkusuz, savaşlarda ve çatışmalarda can vermişti. Ama ezici çoğunluğu katliama uğramıştı, sürgün sırasında açlık, hastalık ve soğuğa kurban gitmişti.
Vahşi Tümen
Bu katliamın sorumlusu Rus ordusu, bu ordunun Rus kazaklarından oluşturulmuş dehşetengiz birliği Vahşi Tümen ile Bulgar çeteleri idi. Vahşi Tümen, Rus düzenli ordusunun ardı sıra gelerek, Bulgar çetelerle işbirliği halinde Türk köylerine kıyım ve yağma saldırıları düzenlediler. Sivil halkın dehşete kapılıp korku içinde topraklarını terk etmeleri için her türlü şiddete ve rezilliğe başvurdular. Düzenli ordu da onlardan geri kalmadı; geçtikleri her yer ‘’çöle döndü’’.
Bulgar çetelerinin sırtına ise daha da kirli görevler yüklenmişti. Osmanlı ordusunun ikmal yollarına sabotaj ve saldırılar düzenlemek sıradan işleriydi. Asıl görevleri köy basmak, tecavüz ve yağmaydı. Rusların cinayetten imtina ettiği durumlarda, kuşatılmış köylere girip kıyıma kalkışmaktı. Sürülenler geri dönmesin diye köyleri ve çiftlikleri yakıp yıkmaktı. Türklerin “tarlalarını, evlerini, besi hayvanlarını ve her türlü mallarını ellerinden almak”tı. En canice eylemleri ise savaş meydanlarındaki yaralı Osmanlı askerleri ve esirlere son darbeyi indirmekti.
Yapılanlar öyle yaygındı ki, diplomatlar ve gözlemciler, yaşananların “istisna değil, olağan” olduğunu bildiriyordu. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında “Olayların çoğunda Müslümanlara zulmeden Bulgarların sıradan köylüler olduğunu” söylüyor. “Hatta bazen, halkı karma olan köylerde yüzyıllardan beri babaları dedeleri Müslümanlarla yan yana yaşamış olan köylülerdi. Bunların o çeşit eylemlere girişmelerinin nedeni, Müslümanlara karşı nefret ediyor olmaktan ya da milliyetçilikten çok, mal kapma hevesiydi.” O yüzden sadece Müslümanların değil, Yahudilerin de malları talan edildi.
Savaştan önce “Türk Vahşeti”ne ilişkin haberleri yapan Batılı gazetecilerin muhabirleri ortak bir bildiri kaleme almak gereğini duydular. Aralarında Times, New York Herald, Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri “Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev’’ saymışlardı. Olaylardan Rus ordusunun sorumlu tutan gazeteciler “kurbanların büyük çoğunluğunun kadınlarla çocuklar olduğunu’’ da bildiriyordu. Ayrıca bölgede görev yapan Batılı devletlerin konsolosları, bağlı oldukları bakanlıkları olaylar hakkında günü gününe bilgilendirmişlerdi. Örneğin Burgaz’daki İngiliz Konsolosu Brophy, “Türk yönetiminin en kötü olmuş haline kıyasla dahi, sözde büyük bir Avrupa devletinin (Rusya) yönetimi altında durumun eskisine göre on kat daha fazla kötü olduğunu’’ görmüş ve pek büyük şaşkınlığa kapılmıştı. Edirne konsolosu Blunt, Türklerin yaşadığı kıyımları derlemişti. Bir başkası, “Rusların kararlı benimsedikleri amacın, bütün Müslümanları ülkeden sürüp çıkarmak’’ olduğunu tespit etmişti. Bu tanıklıklar ve araştırmacı Bilal Şimşir’in yayımladığı sayısız İngiliz belgesi, bu büyük kıyımın büyük devletlerin gözü önünde işlendiğini gösteriyor.
Kıyımın bir başka boyutu da Osmanlı uygarlığının izleriyle ilgiliydi. Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre bugünkü Bulgaristan topraklarında, Türk evleri ve dükkânları dışında, 3 bin 339 Osmanlı mimari eseri vardı. Bunların 2 bin 356’sı cami, 415’i eğitim yapısı, 174’ü tekke ve zaviye, diğerleri de han, hamam, hastane, çeşme, köprü gibi yapılardı. Çoğu savaş sırasında, geri kalanlar da savaştan sonra şehir planlarını bozdukları gerekçesiyle yerle bir edildi. Örneğin Filibe şehrinde 33, Sofya’da 82 cami bulunmaktaydı. Savaş sonrasında her iki şehirde de birer cami kalmıştı. Yüzyıllardır hâkim unsur olarak yaşadıkları topraklar üzerinde Türkler, birdenbire azınlık durumuna düşmekle kalmamışlar, mal ve mülklerini, camilerini, okullarını, hatta mezarlıklarını bile kaybetmişlerdi.
Gene de Bulgaristan’daki Türklerin sayısı, Bulgarlar için hala tehdit edici düzeydeydi. Bosna-Hersek’in bazı bölgelerinde, Balkan ülkelerinin gözlerini diktiği ve her birinin üzerinde hak iddia ettiği Makedonya (Kosova, Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya’da ise Türk ve Müslümanlar mutlak çoğunluktaydı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek uzaklaştırma siyaseti, o yüzden, savaştan sonra da devam etti. Makedonya’da sivil halka yönelik çete (çentiklerin) saldırılarının ardı arkası kesilmedi. Bulgaristan’ın 1885’de Doğu Rumeli’yi, Avusturya’nın da 1908’de Bosna-Hersek’i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi altında bulunmayı kabul etmeyen Müslümanlar dalgalar halinde Türkiye’ye göçtü. Karadağ’da neredeyse tek bir Müslüman kalmadı. Öte yandan Ege adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya taşınıyordu. Örneğin Girit’te, 1821’de Türklerin sayısı 160 bindi. Bu sayı 1876’da 95 bine, 1897’den sonra 33 bine düştü. (Onlar da mübadelede göçmek zorunda kaldı.) Sonuçta bütün bu bölgelerden, savaştan sonra gerçekleşen göçlerle yaklaşık 340 bin kişi daha Osmanlı ellerine sığındı.
Balkanlar’ın Müslüman nüfusu eriyordu. Son darbeyi Balkan Savaşları vuracaktı; ama bir farkla: Bu kez öldürülenlerin sayısı göç edebilenlerden, İstanbul ve Anadolu’ya sığınabilenlerden çok daha fazla olacaktı.
Hazırlayan: Abdullah Kalın- Boşnak Medya G.O. P Temsilcisi
http://www.bosnakmedya.com/bosnak-kulturu-ve-tarihi/balkanlarda-unutulan-turk-soykirimi.html