Ekonomik
Adaletsizlik Artıyor…
İnsanlar
mutsuz. Çünkü insanlar haksızlığa ve adaletsizliğe uğradıklarını düşünüyorlar.
Bu durumun depresyona
yol açacağı ve “majör” durumun giderek daha
fazla kronik hale geleceği kesin.
BBC Dünya Servisi’nin
yaptığı bir kamuoyu araştırması bu gerçeği sayısal verileriyle beraber ortaya
koydu. Neo liberalizm ve onun ürettiği küresel kriz mutsuz insanlar, huzursuz
toplumlar ve umutsuz milletler üretiyor. Anket 22 ülkede yapıldı. Bu ülkelerin
17’sinde halkın en az %50’si “ülkede ekonomik yükün ve
imtiyazların adil paylaşılmadığı” kanaatinde.
Hemen herkes sistemin
bu sorunu kendi başına çözeceğine inanıyor. Dolayısıyla sisteme güvensizlik
duyulması söz konusu değil. Serbest piyasa ekonomisinin bu sorunu aşacağı
yönünde kuvvetli bir kanaat var. Ama yine de büyük bir çoğunluk ekonomik
adaletsizliği kendi yaşamlarında gördüklerini ifade ediyor. Hatta bu büyük
çoğunluk İspanya’da %90, Fransa’da %80 ve Rusya’da da buna yakın. Ayrıca ABD’de
ve İngiltere’de de %60’ın üzerinde.
Her ne kadar “sisteme güven” sürse de, krizin kronikleşmesi ve krize neden olan
adaletsizliğin azalmadan -hatta artarak- devam etmesi, sorunun “güven krizi” haline gelmesi sonucunu doğurabilir. BBC, yaptırdığı bu
kamuoyu araştırmasının en son yapıldığı 2009′dan bu yana adaletsizlik
düşüncesinin artmış olduğunu gösterdiğini ifade ediyor…
Örneğin Yunanistan ve
İspanya çok kritik bir eşikte, hatta eşiği geçmiş de olabilir. İspanya’da
işsizlik oranı %23. Ayrıca bu oran genç nüfus arasında %50. İspanya’da en az
bir nesil geleceğini kaybetti. Ülkede iktisadi durumun kötüleşmesinin sosyal
yapı üzerindeki baskısı giderek artıyor. Yunanistan’da zaten yaşanan perişanlık
İspanya’da çok daha şiddetli yaşanabilir. Bunun sonucunda İspanya’da işsizliğin
artmaya devam etmesi mümkün. Nihayetinde kısa ve orta vadede ekonomik
canlanmanın kendini hissettirecek kadar güçlü olması beklenmiyor. O nedenle “mali kriz” ciddi biçimde “güven krizi” halini alabilir.
Nitekim “kapitalizmin ölümcül sorunları olduğu” fikri İspanya ve
Fransa’da %40 destek buluyor. Bundan bir sonraki adım, “kapitalizmin ölümcül
sorunlarını aşamadığı” olabilir. Anketin gösterdiği gibi bu düşüncede,
İspanya’da 2009′dan bu yana büyük bir artışın yaşanması, neo liberalizmin
tabiatından kaynaklanıyor. Çünkü neo liberalizm adaletsizliğe dayandığı ve
adaletsizlik sayesinde güçlendiği için adaletsizliği bir sorun olarak
algılamıyor ve bunu değiştirmek için bir çaba içerisine girmiyor.
Çünkü dünyada hâlihazırda
devam eden küresel kriz -bazısı buna mali kriz diyor- aslında neo liberalizmin
doğal bir sonucu ve neo liberalizm açısından da bir arıza, kaza veya aksama da
teşkil etmiyor.
Tam bu noktada önemli
bir detayın altını çizmekte fayda var. Uluslararası basında yer alan görüşlere,
uzman değerlendirmelerine ve resmi açıklamalara göre küresel krizin
başlangıcını 2007 kabul edebiliriz. ABD’de Demokrat ve Cumhuriyetçi kanattan
yetkililerin birlikte hazırladığı bir rapor, 1979–2007 yılları arasında ABD’de
gelir dağılımındaki adaletsizliğin keskin biçimde arttığını yazıyor.
Buna göre örneğin
ABD’de en zengin %1′lik kesim milli gelirdeki payını üç kat arttırdı. Diğer bir
deyişe ABD söz konusu süre zarfında çok daha zengin oldu, ama zenginlikte
sağlanan artış adaletli biçimde paylaşılmadı. O nedenle -söz konusu raporda yer
aldığına göre- Amerikalılar gelecekten endişe duyuyor ve ülkenin “yanlış yolda yürüdüğünü” düşünüyor. Nihayetinde Wall Street
İşgalcileri hareketi bu sürecin sonucu olarak ortaya çıktı. New York Times
gazetesi ve CBS televizyonu tarafından yaptırılan bir anket, Wall Street
İşgalcileri’nin ABD’deki genel görüşü aksettirdiğini göstermişti.
Büyük şirketlerin aç
gözlülüğü ve devletin tarafsız davranmaması durumu daha da tatsız hale
getiriyor. Çünkü neo liberalizmin egemen olduğu sistemlerde sektörler
yöneticileri kendi çıkarlarını koruması için yönlendirir. Yöneticiler de bunun
sonucunda sektörleri himaye etmeye özen gösterir.
Aynı nedenle 1979–2007
yılları arasında ABD’de en zengin %1′lik kesim vergi sonrası net gelirini %275
oranında artırdı. Buna mukabil en alttaki %20′lik kesimin gelir artışı %18 ile
sınırlı kaldı. En zengin %20′lik kesimin vergi sonrası geliri, geriye kalan %80′in
toplam gelirini aştı.
Avrupalılar sisteme
güvenmeyi sürdürebilir. ABD’liler de keza benzer biçimde biriktirdikleri
öfkeyi, yaşadıkları mutsuzluğu sisteme fatura etmeyebilirler. Ama sistemin daha
az güven verdiği, daha az istikrarlı ve daha sorunlu ülkelerde şartlar farklı
gelişebilir.
Asya Kalkınma Bankası
kıtadaki hızlı ekonomik büyümeye rağmen zengin ve yoksul arasındaki uçurumun “istikrarı bozabilecek kadar” arttığını açıkladı. Bu açıklamaya konu olan
adaletsizlikte Çin, Hindistan ve Endonezya en başta yer alıyor. Asya’da yüz
milyonlarca insan için gıda, eğitim, sağlık ve konut ihtiyacını karşılamak
sürekli daha zor bir hal alıyor. Bu arada uluslararası ekonomi basınında yer
alan haberlere göre Asya Kalkınma Bankası bu uyarıyı Asya için yaptı, ama Latin
Amerika’da ve Afrika’da durum Asya’ya nispeten daha kötü.
Sadece bu
araştırmalar ve raporlar değil, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün
(OECD) verilerinde de, benzer işaretler var. OECD de, önde gelen ve gelişen
ekonomilerin hemen hepsinde zengin ve yoksul kesimler arasındaki uçurumun
derinleştiğini söylüyor. OECD’nin resmi rakamları dünyada en zengin % 10′luk
kısmın, en fakir %10′luk kısımdan 9 kat fazla kazandığını gösteriyor.
Örneğin İngiltere
adaletsizlikte rekor kırdı. İngiltere’de nüfusun en zengin %1′lik kısmı
varlığını, 1970′lerden bu yana iki kat artırdı. İngiltere nüfusunun en zengin
%10′luk kısmının geliri, en düşük gelirli %10′luk kısmının 12 katı.
Diğer taraftan
İngiltere’nin bu sorunu nasıl aşacağı yönünde yapılan araştırmalar, benzer
sorun yaşayan her ülkenin dikkate alması gereken sonuçlara ulaştı. Royal
Society of London adlı kuruluş raporunda “toplumların
sürdürülebilir bir yolda ilerleyebilmesi için, varlıklı ülkelerdeki aşırı
tüketimciliğe ve hızlı nüfus artışına çözüm bulunması gerektiği” biçimindeki durum
saptaması yer aldı.
Rapor, çözüm için
bazı öneriler sıralıyor. Bu öneriler arasında “tüm kadınlara aile
planlama yöntemlerini kullanma olanağı sağlanması”, “bütçe disiplini” ve “yiyecek savurganlığının önlenmesi” de var.
Kaynak diplomatikgozlem.net http://www.batitrakyahaber.net/l
Ekmek Yoksa Demokrasi De Yok!
Küresel kriz demokrasinin ruhunu öldürüyor…
Küresel krizin pek
çok doğrudan ve dolaylı sonucu var. İşsizlik arttı, reel sektör durdu, tüketim
düştü ve saire. Ama küresel krizin en büyük yıkıcı etkisi “demokrasi” üzerinde
görülüyor… Toplumsal çöküntü ile beraber “demokrasi” büyük tehdit altında…
Küreselleşmenin
beklenen krizi, tahmin edilenden daha büyük oldu. Geçen yıllar krizin etkisini
azaltması gerekirken, aksine artırdı. Kriz, asla doymayan bir canavar gibi, peş
peşe ülkeleri yiyor. Küresel boyutlarda artan ve olağanlaşan eşitsizlik,
adaletsizlik ve dengesizlik büyük bir çığ halini aldı. Bu sürecin devamında
“kriz sayesinde daha çok para kazananlar” ve “kriz sayesinde daha az borcunu
ödeyenler” krizin bir “sistem” haline gelmesi ve kalıcı olması için çaba
harcayacaklar.
Bunu unutmamak lazım…
Ama bununla beraber bir gerçeği de fark etmek gerekiyor; Demokrasi kavramı
zayıflıyor. Yerinde ve çok uygun bir benzetmeyle kriz virüsü demokrasiyi yavaş
yavaş çürütüyor. Kısa bir süre sonra -sadece birkaç yıl içerisinde- kriz
canavarının demokrasinin leşini kemirdiğini göreceğiz.
Demokrasi tok
insanların rejimidir. Kriz, yaşam standartlarını hızla düşürüyor. Nesiller
geleceklerini yitiriyorlar. Kriz etkisine aldığı her yerde öfke ve tepki
üretiyor. Bunun sonucunda yaşanan olumsuzluklar her yerde “dip dalga” hazırlıyor. Ağır reformlar, sert yapısal değişiklikler,
aşırı tasarruf tedbirleri ve benzerleri insanların hoşgörüsünü, sabrını ve
olgunluğunu zor bir sınavdan geçiriyor.
Bu şartlar altında “farklı olana saygı” ve “birlikte yaşama
azmi”
gibi “demokratik olgunluğu” gösteren ölçütler yara alıyor. Küçülen
ekonomiler sadece sanayicileri veya büyük holdingleri etkilemiyor. Ailelerin
buzdolapları daha az doluyor ve akşam yemeğinde sofralar daha kaygılı, masaya
konulan tabaklar daha küçük. Belki bir holding kriz nedeniyle küçülmeye
yönelebilir, yatırımlarını erteler ve tasarrufa gider. Ama zor şartlarla
mücadele eden bir aile reisi, ailesi için kaygıları arttığında daha öfkeli
olabilir.
Gelecek kaygısının
arttığı dönemlerde, mide gurultusu siyasetin sesini bastırır. Avrupa tarihinde
de bunun örnekleri var. Artan işsizlik ve umutsuzluk meydanları ve sokakları
dolduran öfkeli insanları kışkırtır. Her ne kadar krizle mücadele rayında ve
yüksek tempoyla gidiyor gibi görünse de, toplum güvenin sarsılması sonucu
öncesine göre daha tepkisel hale gelebilir.
Avrupa Birliği,
Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası aldıkları kararları övseler de,
bu kararlar sokaktaki adamın yaşamına olumlu bir etki sağlamadı. Yunanistan’a
aktarılan on milyarlarca Avro işsiz kalan Dimitri’nin cebine girmedi. Aksine
söz konusu paralar Dimitri’yi işsiz bırakanlar için kazanç haline geldi.
Dimitri ise yine işsiz ve daha uzun süre işsiz kalacak. Ama Dimitri yeniden iş
bulma umudunu yitirse dahi, ülkesinde bankalar bu yardımlar sayesinde yine çok
para kazanacak. Tam bu noktada Dimitri siyasi partilere duyduğu inancı, yasalara
duyduğu güveni, ülkesine olan sevgisini ve “ötekilere” duyduğu saygıyı
yitirecek.
Bunlar sadece
Yunanistan ve Dimitri için geçerli değil. İspanya, İtalya, belki daha sonra
Fransa, İngiltere ve Almanya da -tamamen veya kısmen- bu sorun ile
karşılaşabilir. Nihayetinde neo liberalizmin yön verdiği siyaset sert biçiminde
hâlihazırda karar alma süreçlerinde demokrasiden taviz verirken “post
demokrasi” güçlendirilmişti. Ayrıca “teknokrat” ağırlıklı
hükümetler, sektör ve lobi temsilcileriyle sürdürdükleri “post politika” ile “piyasaları
korumaya” devam ediyorlar.
Kredi derecelendirme
şirketi Fitch’in uzmanlarından Ed Parker durumu şöyle özetliyor: “Yunanistan’ın bütçe açığı milli gelirinin %15’ini buluyordu ve sermaye
piyasasından kredi alamıyordu. Bundan da, Yunanistan’ın sıkı tasarruf
tedbirlerine sarılmak zorunda olduğu sonucu çıkıyor.”
Avrupa Birliği,
Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası iflas riski taşıyan borç yükü
çok büyük ülkelere yatırımlarını kısmalarını ve harcamaları azaltmalarını
tavsiye ediyor. Buna mukabil harcamaların azalması, yatırımların durması
ülkelerin belki borç ödeme kabiliyetini artırıyor, ama aynı zamanda ona zarar
veriyor. Çünkü bu reçetenin sonucunda işsizlik artıyor ve yaşam standartları
düşüyor.
Yunanistan başta
olmak üzere, önüne konulan tasarruf ağırlıklı reçeteyi uygulayan bütün ülkeler
önümüzdeki yıllarda büyümemeyi kabullenmiş oldular. Bu ülkelerde işsizlik
kaçınılmaz biçimde artmaya devam edecek. Ayrıca gençler arasında işsizlik de,
kronik işsizlik de artışını sürdürecek. Her beş Yunandan ve her dört
İspanyol’dan biri işsiz! Her iki ülkede de gençler arasındaki işsizlik oranı
%50’yi buluyor. Ülkeler rekabet gücünü de yitirecekler. Dolayısıyla krizin
önümüzdeki yıllardaki etkileri beklenenden çok daha ağır olacak.
Bu panaromik bakışın
ardından kişilerin “yurttaş” ve “seçmen”
sıfatıyla bundan sonrası için benimseyecekleri tutumun ve gösterecekleri
tepkinin öncesine nispeten daha sert, daha yıkıcı, daha az demokratik ve daha
az akılcı olacağı öngörülebilir. Belki Roma’da sıkıyönetim ilan edilmesine
gerek kalmaz, ama Roma’nın girişine barikat kurmak gerekebilir… Belki Madrid’de
sokağa çıkma yasağı ilan edilmez, ama Madrid’in kenar mahalleleri kuşatma
altına alınabilir…
Avrupa tarihinin en çalkantılı dönemleri arasında birisi dikkat çekiyor;
Portekiz’de Antonio
de Oliveira Salazar, İspanya’da Francisco Franco (Francisco Paulino
Hermenegildo Teodulo Franco y Bahamonde Salgado Pardo), Almanya’da Adolf Hitler
ve İtalya’da Benito Amilcare Andrea Mussolini iki dünya savaşı arası dönemde
yaşanan 1929 dünya ekonomik buhranının doğal sonuçlarıydı…
Umudu kırılan ve aç
kalan insanların sayısı arttıkça tehlike de büyür. Yaşanacak olası bir “kırılma
noktası” bazı ülkelerde “dönüşü olmayan bir yol” anlamına gelebilir.
Eğer bireyler o noktaya gelirlerse “daha çok tüketme hedefi” ortadan
kalkabilir. Hatta insanlar “daha çok borç alıp daha çok tüketme”
yönelimini terk edebilir. O takdirde kimse kitleleri ucuz kredi ve bol harcama
vaatleriyle, tüketiciliğin getirdiği geçici uyuşma hissiyle ve çok tüketmenin
verdiği hazla kandıramaz, satın alamaz.
Muhtemelen “büyük çöküş” yaşanacak ve ardından yeniden “insan odaklı sistem” kurmak için yoğun
çaba harcanacak. Ama o günler gelinceye kadar çok sıkıntılar yaşanacak. Her
sıkıntı kendisinden daha büyük bir sıkıntı üretecek.
Tüketim toplumu,
bireyi tüketiciye çeviren sistem, tüketime dayanan dünya anlayışı demokrasiyi
de tüketip bitiriyor. Hepsi bittiğinde, her şey sona erdiğinde, herkes baştan
başlamak zorunda kalacak. İnsanlar kazak aldığında mutlu olduğu günlere
dönecek. Sadece ihtiyacı olanları yiyecek ve imkânlarını tüketmek için değil
sevgi için değerlendirecek.
Kaynak diplomatikgozlem.net http://www.batitrakyahaber.net/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder