Büyük
Taarruz Sabahı Afyon Kocatepe'de.
26.08.1922
Büyük Taarruz sabahı Afyon Kocatepe'de. [26 Ağustos 1922] [işte o
an]
Afyon
Kocatepe Saat 05.30
"O sabah Kocatepe'de bulunuyorduk.
Taarruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve
geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor,
direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar
arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle
düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe
eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı... Hemen objektifimi çevirdim,
adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini
çektim. Saat 11'di... O gün 7x11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir
kaç tane 10x15 cam... Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına
bir lokma koymamıştı... Gece ric'ate (geri çekilme) başladılar. 2 Eylül'de
Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım.
Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm.
İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif
karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: "A be... Bu bir
başkumandan odasına yakışmaz" dedi.
Salih (Bozok) odayı halılarla süsleyeceğini söyledi. Zira o gün Trikopis
getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların
üzerinde gezdirdi ve çekti:
"Çok güzel," dedi.
"9 Eylül'dü... Kadifekale'ye
çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı... Şehir ayaklar
altındaydı... Körfezde bazı vapurlar vardı... Dumanlıydı vapurlar... Bir rapor
geldi. Süvarilerimiz İzmir'e girmişti... "Ordular ilk hedefiniz
Akdeniz'dir, ileri." emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi
yine...
"Sonra mı? Ha, evet... Sonra otomobillerle
şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe'de çektiğim sekiz
on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz
döndük, dolaştık... Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri
girdiğimizi görünce "fotoğraflarınız bir harika!" diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı... Doya doya
baktım... Hakikaten birer harikaydı... Taa Eklenme Tarihi:
01.10.2010:5
Uşak'tan
İzmir'e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için bir
gün daha lazımdı. Ertesi günü gelip almak üzere karargâha, Bornova'ya döndük.
Ertesi sabah otomobille indik İzmir'e... Millet yollara dökülmüştü... Bayram
vardı... "Biraz sonra Mustafa Kemal
gelecek" dedik... Görmeliydiniz o anı... İzmir yanıyordu... Ne dost ne
düşman belliydi... Cayır cayır yanıyordu İzmir... Fotoğrafçı dükkânının olduğu
yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim? Dükkân yanmıştı... Uşak'ta o ahır
bozması yerde yıkaya bildiğim birkaç film kalmıştı elimde... Ötekilerin hepsi
fotoğrafçı dükkânıyla birlikte yandı kül oldu..."
Bu fotoğrafla
ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, "Bir
26 Ağustos Yıldönümü" yazısında şöyle diyecektir:
"Fotoğraf objektifi, tarihe bu kadar canlı bir eser
bırakmamıştır."
Kaynak:
1- Fikret
Otyam, "Etem Tem" röportajı, Ulus Gazetesi, 4 Aralık 1960, Ankara.2- Falih Rıfkı Atay, " Bir 26 Ağustos Yıldönümü" Milliyet Gazetesi, 26 Ağustos 1928
Fotoğraf
kaynağı: Atatürk, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları,
hazırlayan Mehmet Özel (Güzel Sanatlar Genel Müdürü), Sayfa: 93 Fotoğraf: Etem Tem
I - Büyük
Taarruza Hazırlık
1921 yılı
Türkiye için askeri ve politik mücadeleler ve başarılarla geçti. Daha Erzurum
Kongresi sırasında savaş stratejisini çizmiş bulunan M. Kemal Paşa, Yunan
Ordusu'na karşı kesin sonuç alıcı taarruz gücüne erişilmedikçe, yalnızca
savunma savaşları yapmıştı· Kurtuluş Savaşı'nın ulusal örgütlenmesi, "Kuva-yı Milliye" ve B.M.M. nin açılmasından sonra "T.B.M.M." dönemi
olarak iki bölümde ele alınabileceği gibi, askeri strateji yönünden de
ü Oyalama
ü Strateji
ü Genel Karşı Saldırı,
şeklinde üç evreye ayırabiliriz. Oyalama evresi
15 Mayıs 1919'dan 6 Ocak 1921'e kadar sürmüştü. Bu dönem aynı zamanda, ulusal
bilinçlenme, ulusal siyasi örgütlenme ve yeni devletin kuruluş dönemi idi.
Stratejik savunma evresi 6 Ocak 1921'den 13 Eylül 1921'e kadar yani Sakarya
Zaferi'nin sonuna kadar sürdü. Bu evrede ordunun kuruluşu, iç güvenlik
otoritesinin kurulması, iç kaynakların örgütlenmesi dış kaynak sağlanması dış
ilişkilerde antlaşmalar yapılması gerçekleşti. Her iki evreyi de başarıyla
sonuçlandıran M. Kemal Paşa stratejisinin kesin sonuca gidecek olan üçüncü
evresinde, "Genel Karşı Saldırı" evresine gelmişti.
Hayatı boyunca hemen hiç başarısız olmamış,
savaşlar içinde yetişmiş olan M. Kemal Paşa üstün askeri-siyasi strateji
zekasına ve bilgisine ve üstün seziş inisiyatif yeteneklerine sahip bir
komutandı. Kesin sonuç alıcı bir "İmha Savaşı"na hazırlanmak için
zamana ve ordunun en az 100.000 kişilik bir silahlı güce gereksinimi vardı.
Yüzlerce top ve makineli tüfek, bu kadar silah için milyonlarca mermi ve
binlerce ton tutan bu savaş malzemesinin cepheye taşınması ve ordunun komutan
ve subay gereksiniminin karşılanması gerekiyordu. Cephane ve silahın yanı sıra
yiyecek, giyecek, hastane, doktor, ilaç gerekliydi. Sakarya Savaşı'nın
kazanılmasından sonra M. Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya, on
günlük hazırlık yapıldıktan sonra genel saldırıya geçilmesi emrini vermişti.
Fakat İsmet Paşa'ya ordunun silah, cephane, lojistik, sağlık hizmetlerinin çok
kötü durumda olduğunu ve böyle bir saldırıyı yapacak güçte olmadığını bildirmiş
ve Başkomutan yerinde yaptığı incelemelerden sonra bu saldırı ertelenmişti.
Öyle görülüyor ki, savunma durumuna geçmiş ve yeni kuvvetler getirterek
cephesini kuvvetlendirmiş olan Yunan Ordusu'na saldırı için bir yıl beklemek
gerekiyordu.
Diğer yandan
Meclis içinde M. Kemal Paşa'ya muhalif olanlar yine saldırılara, halkın ve
ordunun moralini bozucu eleştirilere başlamışlardı. Halk ise uzun savaş yılları
boyunca bütün varını yoğunu ortaya koymuştu ve perişan durumdaydı. Başkomutan
kesin sonuca, düşmanı vatan topraklarında yok edecek başarıya ulaşabilmek için
ü Ulusu
ü Meclisi
ü Orduyu
savaşa hazırlamak ve "Türkiye'nin düşünen kafalarını
büsbütün yeni bir inançla donatmak. Bütün ulusa sağlam bir maneviyat
vermek." gerektiğini biliyor ve bu yolda
çalışıyordu. Bu dönem cephede sakin, fakat cephe gerisinde çetin
mücadeleler ve hazırlıkla geçti.
Halk Ulusal Mücadele'nin başında Padişah ve
İstanbul Hükümeti'nin etkisinde kalmış ve T.B.M.M.'nin otoritesine girmemek
için bazı yerlerde direnmişti. Ulusal iradenin gücü her geçen gün arttı.
Birinci Dünya Savaş1 içinde perişan olan, bu fakir halk Sakarya Zaferi'nden
sonra, M. Kemal Paşa'ya büyük bir inançla bağlandı. Ordunun hazırlanması için
varını yoğunu ortaya koyarak çalışmaya başladı. Buna rağmen halkı kışkırtanlar,
bozguncular, casuslar ve oldukça azalmış olmalarına rağmen asker kaçakları ve
soygun olayları vardı. Meclis otoritesinin ve Başkomutanın emirlerinin yerine
getirilmesi, içinde bulunulan olağanüstü tehlike içinde, olağanüstü yetkilerin
devamına gereksinim gösteriyordu.
İstiklal Mahkemeleri
Eskişehir-Kütahya
yenilgileri üzerine doğan olağanüstü tehlike karşısında İstiklal Mahkemeleri
yeniden kurulmuş ve 5 Ağustos'ta da M. Kemal Başkomutan olunca İstiklal
Mahkemeleri kurmak ve üyelerini atamak veya görevlerine son vermek yetkisi de
kendisine geçmişti.
İstiklal
Mahkemeleri gerek Sakarya Savaşı sırasında, gerekse savaştan sonra Kastamonu,
Konya, Yozgat, Samsun ve Ankara yörelerinde çalıştılar. Asker kaçakları,
bozguncu, casus, soyguncu, v.b. suçlulara karşı sert bir şekilde çalışırlarken,
Tekâlif-i Milliye Emirleri'nin yerine getirilmesini sağladılar. Bu emirlere
uymayıp, istenen malzemeyi vermeyenleri cezalandırdıkları gibi, Tekalif-i
Milliye Emirleri dışında, halkın elindeki ulaşım araçlarını ve yiyecek
maddelerini ve hayvanlarını zorla alan devlet görevlilerine karşı da sert
önlemler almaktan çekinmediler. Bu emirlere aykırı olarak hareket edilmesini
engellemek için, bu gibi suçluların en sert şekilde cezalandırılacakları
da.basın yoluyla ilan edildi. Özellikle Sakarya cephesinin iki kanadında
çalışan Kastamonu ve Konya İstiklal Mahkemeleri'nin en büyük çalışma konusu
asker kaçakları olayları idi. Bunlara, eğer, soygun, adam öldürme, tecavüz gibi
suçlar işlememişlerse af tanınıyor ve cepheye katılmaları sağlanıyordu. Samsun
ve Yozgat İstiklal Mahkemeleri ise Pontus isyanı suçluları başta olmak üzere
diğer suçlara da baktılar. Çalışma yöntemleri önceki İstiklal Mahkemeleri ile
aynıydı.
Yalnızca
Kastamonu İstiklal Mahkemesi'nin 20 Ağustos–20 Eylül 1921 arasında bakaya ve
firarda bulunan 12.733 kişiyi cepheye gönderdiği göz önüne alınırsa, asker
kaçakları konusunda mahkemelerin etkinliği daha iyi anlaşılır. Asker kaçakları
toplu olarak yargılanabildikleri gibi askerlik şubelerine telgrafla,
ellerindeki kaçakların, eğer vukuatı (soygun, öldürme, tecavüz) yoksa kaçış
sayısına göre, kaçış sayısının on katı değnek vurularak cepheye gönderilmeleri
bildiriliyordu. Böylece savaş ortamının en önemli faktörü olan zaman
yitirilmiyordu. Vukuatı olanlar ise suçuna göre yargılanıyorlardı. Amaç mümkün
olan çok sayıda askeri cepheye göndermek ve bir daha kaçmasını engellemekti.
Mahkemeler kendilerine verilen olağanüstü yetkilere rağmen, haklarında delil
olmayan Rumları beraat ettirirken, suçlu olan Müslüman Türkler
cezalandırılıyorlardı. Ulusal amaçla çalışan İstiklal Mahkemeleri daha
öncekilerle aynı yöntemi izledikleri için baktıkları suçları ve verdikleri
cezaları şu şekilde belirleyebiliriz.
Firar dışında diğer suçlar:
ü Vatana ihanet, ayaklanma
ü Casusluk
ü Soygunculuk
ü Bozgunculuk, aleyhte propaganda
ü Görevini kötüye kullanmak,
ü Cinayet
ü Halka eziyet ve baskı
ü Asker ailesine tecavüz
ü Tekâlif-i Milliye Emirleri'ne uyamamak
ü Düşman işgalinden yararlanıp, kanun dışı hareketlerde
bulunmak
ü Düşmana yardım ve işbirliği
ü Düşman ordusuna katılmak
Bu suçlara suçun derecesine göre şu cezalar veriliyordu:
ü Asılarak ve kurşuna dizilerek idam. (Vatana ihanet, casusluk,
düşmanla işbirliği ve ordusuna katılmak, asker ailesine tecavüz etmek, soygun,
cinayet)
ü Kal'a-bend, kürek ve ağır hapis
ü Sürgün
ü Dayak (değnek vurarak)
ü Tazmin ettirme
ü Görevden uzaklaştırma
ü Halk ve asker önünde teşhir
ü Ulusal Mücadele sonuna kadar göz altına alma
ü Mal ve mülküne el koymak, yıkmak ve yakmak. (hukuk dışı
bulundu ve sert tepkilere yol açtı.)
ü Asker kaçağının yerine en yakınını askere almak, köy veya
mahallesinden ağır para cezası (200 lira) almak. (buda hukuk dışı bulundu ve
Meclis'te eleştirilere yol açtı.)
Mahkemeler,
çalışmaları hakkında Başkomutan'a düzenli olarak rapor gönderip bilgi
veriyorlardı. İdam uygulamalarının listeleri gönderiliyordu. Bu sayede
Başkomutan ve Meclis İstiklal Mahkemeleri'nin çalışmalarını izliyorlardı.
Meclis ve Başkomutan Mahkemeleri denetlemiyorlardı. Kanun kendilerine sınırsız
yetki tanımıştı. Kararları derhal uygulandığı ve temyizi olmadığı için çok
etkili oluyorlardı. Mahkemelerin çalışmalarına karışmak mümkün olmadığı için,
denetim ancak görevlerine son vermekle sağlanıyordu.
İstiklal
Mahkemeleri'nin çalışmaları Hükümet ve M. Kemal Paşa tarafından destekleniyor
ve yarar görüldüğü belirtiliyordu. T.B.M.M. İstiklal Mahkemeleri'ni kurmak ve
bölgelerini seçmek konusunda büyük bir isabet ve iyi niyet göstermişti.
Mahkemelere seçmiş olduğu kimseler, her türlü etkinden uzak olarak, yalnız
büyük ve aziz ideallerinin ve memlekette devrimin korunması için T.B.M.M.'nin
kendilerine emanet ettiği yüksek yetki ve yargı hakkını yerinde ve gerektiği
kadar dikkatle yerine getirmeye çalıştılar. Mahkemeler bu yetkileri kanunun
üstüne çıkmak için değil, memleketin hayat ve bağımsızlığı için kullandılar.
Birer devrim mahkemesi olan İstiklal Mahkemeleri'nin üyelerinin, çoğu genç
insanlardı. Padişaha bağlılık gösterenleri de ağır şekilde cezalandırıyorlardı.
Kastamonu İstiklal Mahkemesi (Başkan Mustafa Necati Bey 28 yaşında idi.)
Bolu'da yaptığı bir yargılamada, 200 asker kaçağını yargıladı. Firariler
Padişaha bağlılık gösterdikleri ve "Padişahımız
çok yaşa." diye bağırdıkları için önce idam cezasına
çarptırıldılar; fakat eşrafın suçluları uyarması ve T.B.M.M.'nin ve Ulusal
Mücadele'nin anlamını kaçaklara anlatıp "Padişah kahrolsun." diye bağırmaları üzerine idam cezası kaldırılarak cepheye
gönderildiler. Bunlar ve bunlar gibi insanlar Padişah askerliği kaldırdığı ve
T.B.M.M.'nin ulusal amacı hakkında bilgileri olmadığı için kaçıyorlardı.
İstiklal Mahkemeleri'nin, bir yandan cezalandırmak, diğer yandan inandırarak bu
insanları kazanmak yöntemleri ile binlerce firari teslim oldu ve cepheye
yollandı.
İstiklal
Mahkemeleri'nin büyük yararları oldu. 1922 yılında artık Meclis otoritesi
bütünüyle sağlandı. Ordu kuruldu ve asayiş, huzur geldiği için İstiklal
Mahkemeleri'ne gerek kalmadığından, Temmuz 1922'de hepsinin görevlerine son
verildi 31 Temmuz 1922 tarihinde 249 nolu "İstiklal Mehakimi Kanunu" ile yeni bir biçim aldılar. Bu kanunla bir de savcı
görevlendirilmesi kabul edildi. Firariler Hakkında Kanun ve ekleri yürürlükten
kaldırıldı. Büyük Taarruz ve İzmir'in kurtuluşundan sonra "Kurtarılmış bölgelerde" İstiklal Mahkemeleri kurulmasını isteyen önergeler kabul
edilmedi. Fakat Amasya ve Elcezire'ye birer İstiklal Mahkemesi gönderildi.
İstiklal Mahkemeleri'nin Ulusal Mücadele içindeki çalışmaları yukarıdaki
çizelgede gösterilmiştir.
T.B.M.M.'nin Durumu
Sakarya'da
düşman yenilmiş ve M. Kemal Paşa büyük başarı elde etmiş olmasına rağmen
Meclis'te muhalif kanat ağır eleştirilere başladı. Malta'dan sürgünden dönen
Rauf Bey, Hükümet'e "Nafıa
Vekili" olarak katılmıştı. Meclis'teki eleştirilere
Rauf ve Refet Beylerin Hükümet'ten istifa etmeleri Meclis içindeki muhalifleri
daha da cesaretlendirdi. Refet Bey Başkomutan'ı ve Genelkurmay Başkanı'nı
Ankara'da cepheden uzakta oturmakla eleştirmekte ve ordu işlerinin bu sebepten
iyi gitmediğini ileri sürmekte idi. M. Kemal Paşa işlerin en iyi Ankara'dan
yönetildiğini bu sebeple Ankara'nın merkez seçildiğini belirtti. Fakat
Meclis'teki hava daha da sertleşti. Bu gelişme, tutucu ve gerici kanadın
radikal kanattan yani, Müdafaa-i Hukuk grubundan (I. Grup) ayrılmalarına, II. Grup
adıyla ayrı bir grup kurmalarına yol açtı. Rauf Bey de bu grubu teşvik etti.
Bundan sonra II. Grubun eleştirileri daha da yoğunlaştı. "Nereye gidiyoruz? Bizi kim ve nereye
sevk ediyor? Bilinmezliğe. Koskoca bir ulus, belirsiz karanlık hedeflere
serseriyane sürüklenir mi?" "Niçin taarruz etmiyoruz? Ordumuz
durduğu yerde çürütülüyor." eleştirileri
tartışmalara yol açtı. Sakarya Savaşı'ndan sonra ordunun mutlaka taarruz etmesi
gerektiğini ileri sürenler, ordunun taarruz etmemesini, taarruz gücünden yoksun
olmasına bağlıyorlardı. Hatta bazıları Yunan Ordusu'na değil Irak'taki İngiliz
Ordusu'na saldırılmasını bile öneriyorlardı. M. Kemal Paşa bu eleştiriler
karşısında, ordunun kararının mutlaka taarruz olduğunu fakat yarım önlemlerle
yapılacak bir taarruzun kötü sonuç vereceğini belirterek, ordunun yeterince
hazırlanmasının beklendiğini söylüyordu. İşin ilginç yanı bu eleştirileri
yapanlar başlangıçta (Sivas Kongresi sırasında) Türk Ulusu'nun kendi kendine
bağımsızlığını elde edemeyeceği kanaatinde olup, yabancı mandasını istemekte
ısrar edenlerdi. Bu sebeple M. Kemal Paşa Mecliste "Efendiler, maddi ve özellikle manevi çöküntü, korku ile
... acz ile başlar. Aciz (güçsüz) ve korkak insanlar, herhangi bir felaket
karşısında ulusun de duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol
açarlar. Aciz ve duraksamada o kadar ileri giderler ki, sanki kendi kendilerini
alçaltırlar. Derler ki biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam
olamayız. Biz varlığımızı, kayıtsız şartsız olarak bir yabancının eline
bırakalım. Balkan Savaşı'ndan sonra ulusu, özellikle ordunun başında bulunanlar
da, başka biçimde ama yine bu anlayışla iş görmüşlerdir." sözleriyle yılgınlık gösterenlere gereken yanıtı verdi.
Düşmana karşı dış cephenin kurulduğu, ulusun ve ordunun topyekun bir taarruza
hazırlandığı sırada Meclis'teki bu eleştiriler ve ordunun işe yaramadığı
iddiaları, iç cepheyi çökertebilecek boyutlara ulaşmıştı. "Sevr
Antlaşması'nı mı kabul edeceğiz, ne yapacaksak yapalım ne kurtarabilirsek
kurtaralım şu işin içinden çıkalım." sözleri moral yıkıcı etki yapıyordu.
Meclis içindeki bu eleştiri her fırsatta ortaya çıkmakla beraber, M. Kemal Paşa
ordunun taarruz hazlılıklarını inançla sürdürtüyordu.
İtilaf Devletleri'nin Barış Önerisi (Aldatmacası)
1922 yılı
başında T.B.M.M.'nin iyi niyet temsilcisi olarak Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal
Bey, İstanbul Dışişleri Bakanı İzzet Paşa ile görüşecek, eğer Padişah'tan bir
istek gelirse, kendisiyle görüşülecek, Padişah'ın T.B.M.M.'ni tanıması
istenecekti. Yusuf Kemal Bey İstanbul Hükümeti'ne, aynı hedefe birlikte
yürümeyi ve işbirliği yapmayı önerdi. Oysa İzzet Paşa kendisini, İstanbul'da
oyaladı ve İzzet Paşa Yunanlıların ellerinde bulunan yerlerden geçerek, Yusuf
Kemal Bey'den önce Paris ve Londra'ya gitti. Şubat 1922'de Londra'ya giden
Yusuf Kemal Bey Lord Curzon'la görüştü. Bu görüşmelerden anlaşıldığı üzere,
İtilaf Devletleri, T.B.M.M.'ne yakında barış önerisinde bulunacaklardır. Ancak
İtilaf Devletleri önce Türkiye-Yunanistan arasında ateşkes yapılmasını şart
koşuyorlardı. Oysa Türkiye, önce Anadolu'nun boşaltılmasını istiyordu. Curzon
kararında direndiği için sonuç alınamadı.
Yusuf Kemal
Bey yurt dışında çalışmalarını sürdürürken Başkomutan M. Kemal Paşa 1 Mart
1922'de Meclis'te yaptığı konuşmada, ulusal savaş içinde geçen üç yılda ulusun
ve ordunun çetin yaşam koşullarına ve her çeşit zorluğa alıştığını, mücadeleden
yılmadığını, belirttikten sonra, Türkiye'nin ekonomik ve sosyal konularına
değindi. Türkiye'nin sahibi ve hakiki efendisinin köylü olduğunu ve bu sebeple
T.B.M.M. Hükümeti'nin iktisadi siyasetinin bu amaca yönelik olacağını açıkladı.
Hükümet'in iktisadi politikasının önemli amaçlarından birisinin, genel
çıkarları doğrudan ilgilendiren iktisadi kurumları ve teşebbüsleri mali ve
teknik güç yeterince devletleştirmek olduğunu açıkladı. Dış politika esaslarını
da "Rus Şuralar Cumhuriyeti ile dostluk bağlarımızın kuvvetlendirilmesi
dış politikamızın esasıdır. Bu esas, tam bağımsızlığımızı tasdik edecek herhangi
bir devlet ile ilişkilerimizi yenilememize tabiî ki engel olmaz."
sözleriyle açıkladı. Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğunu bir kez
daha belirttikten sonra, adli siyasetin, halkı yormaksızın süratle, isabetle ve
güvenle adalet dağıtmak olduğu, eğitimde de ulusal ve çağdaş eğitim ilkelerinin
esaslarını ortaya koydu ve sınırsız bir iman azmi ile çalışıldığını ve mutlaka
başarıya ulaşılacağını söyledi.
Yusuf Kemal
Bey'in yurt dışında bulunduğu sırada M. Kemal Paşa'nın Meclis'te yaptığı bu konuşma,
hangi esaslar içinde barış kabul edeceğini, tam bağımsızlık ilkesinin reddi
halinde savaşın sürdürüleceğini ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerin süreceğini
gösteriyordu.
Yusuf Kemal
Bey daha Türkiye'ye dönmeden İtilaf Devletleri 22 Mart 1922'de Türkiye ve
Yunanistan'a ateşkes önerisinde bulundular. İngiltere, Türkiye'yi oyalamak,
Yunanistan lehine en karlı bir barışı sağlamak istiyordu.
İngiltere üç bakımdan endişeli idi.
ü Türkiye yakında Yunan Ordusu'na karşı başarılı bir saldırı
yapabilirdi. (Bu durumda yeni barış şartları Türkiye'nin istediği biçimde
gerçekleşecek demekti.)
ü Türkiye'nin Rusya ile olan dostluğunun nereye kadar
gelişeceği
ü Türkiye'nin Irak'a karşı askeri bir harekat yapması olasılığı
(Musul Misak-ı Milli sınırları içinde idi ve Türkiye'nin Elcezire Cephesi'nde
önemli sayıda askeri vardı).
İngiltere bu
endişelerden dolayı Türkiye ile Yunanistan arasında barış görüşmeleri
başlamadan önce ateşkes yapılmasını istediği için 22 Mart tarihli ateşkes
notasını yolladı. İtilaf Devletleri'nin notasına göre:
ü İki taraf arasında 10 km. eninde askersiz boş bir koridor
bırakılacak ve iki taraf kuvvetlerini takviye etmeyecek.
ü Tarafların arasında düşmanlık üç ay için durdurulacak ve
barış şartları saptanana kadar ateşkes uzatılabilecek.
Ateşkesin
samimiyetsizliği ikinci madde de açıkça görülüyordu. Türk ve Yunan Orduları'nın
denetlenmesini Yunanlıları Anadolu'ya çıkaran dostları ve Türklerin düşmanı
İtilaf Devletleri'nin gözlemcileri yapacaktı.
İtilaf
Devletleri'nin ateşkes önerisi geldiği sırada cephede bulunan M. Kemal Paşa,
Bakanlar Kurulu'nu Akhisar'a çağırdı ve yanıt hazırlanırken, İtilaf
Devletleri'nin 26 Mart tarihli barış önerisi geldi. Bu barış şartlarına göre:
ü İzmir ve Trakya'da, Tekirdağ Türkiye'ye verilecek; Edirne,
Kırklareli, Babaeski Yunanistan'da kalacak.
ü Doğu'da bir Ermeni yurdu kurulacak.
ü Türkiye'de askerlik mecburi olmayacak, fakat ordu mevcudu
55.000'den 85.000'e çıkarılacak.
ü Sevr Antlaşması'nın mali, iktisadi ve adli hükümlerinin
bazılarında Türkiye lehine değişiklik yapılacak. Ayrıca antlaşma yapıldıktan
sonra İtilaf Devletleri kuvvetleri İstanbul'u terk edeceklerdi.
T.B.M.M.
Hükümeti bu öneriyi prensip olarak kabul etmekle beraber 5 Nisan 1922'de
gönderdiği karşı öneride Yunan Ordusu'nun, ateşkes imzalamasından sonra ilk on
beş gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyon hattından, dört ay içinde de İzmir dahil
bütün Anadolu'dan çekilmesini istedi. İtilaf Devletleri l5 Nisan'da Türkiye'nin
isteğini reddettiler. Böylece İtilaf Devletleri'nin başlattığı barış saldırısı
veya aldatmacası sonuçsuz kaldı. M. Kemal gerçek ve adil bir barışın İtilaf
Devletleri aracılığı ile değil, ancak kesin bir Türk zaferi ile kazanılacağını
4 Mart'ta Meclis'e ve ulusa açıklamıştı.
Başkomutanlık Olayı (M. Kemal Başkomutanlığı Bırakmıyor)
M. Kemal
Paşa'ya 5 Ağustos 1921 tarihli kanunla Başkomutanlık olağanüstü yetkileri
verilmişti. Bu yetkiler üç ay için verildiğinden, olağanüstü tehlike
dolayısıyla 31 Ekim 1921'de ikinci kez, 4 Şubat 1922'de üçüncü kez uzatılmıştı.
Her seferinde muhaliflerin eleştirileri daha da artmıştı. İtilaf Devletleri'nin
barış önerisi ve ret edilmesi, M. Kemal Paşa aleyhtarlarını harekete geçirdi.
Barış fırsatının kaçırıldığı, ulusun maceraya sürüklendiği iddiaları yine
başladı. 4 Mayıs 1922 tarihinde Meclis'te Başkomutanlık yetkilerinin dördüncü kez
uzatılması görüşüldü. M. Kemal Paşa'nın bulunmadığı bu toplantıda 72 üye
yetkilerin kaldırılmasını istedi ve oylamada ise ancak 114 olumlu oy çıktı ve
çoğunluk olmadığı için sonuç alınamadı. M. Kemal Paşa bu durumda ordu ileri
gelenlerinin (Kâzım Karabekir başta olmak üzere) düşüncelerini sordu. Çünkü o
anda ordu başsız kalıyordu. Hükümet ve Genelkurmay Başkanı bu üzücü durumda
istifa etmek istedi. Ülke yönetiminde zayıflık belirmişti. Ülkenin ve ulusal
amacın çıkarları için Başkomutanlık görevine bırakmamaya kararlı olan M. Kemal
Paşa 6 Mayıs'ta gizli oturumda Meclis'te durumun önemini ve ciddiyetini
belirtti. Meclis'in yetkilerinin zorla alındığını ileri süren Salih Bey'in
(Erzurum) bu iddiası üzerine, Meclis'e ve meşruluğa olan inanç ve saygısını
belirtti. Meclis'in kuruluşunu bütün hayatı, varlığı ve şerefini tehlikeye
atarak hazırlayan M. Kemal Paşa idi. Her çeşit baskı ve suçlamalara rağmen
Meclis'in varlığına karşı çıkmamıştı. Başkomutan'ın varlığı yüzünden gelir
kaynaklarının incelenmediğini ileri sürenlere istedikleri zaman inceleme
yapabileceklerini belirtti. Ordu'nun gücünü para ile orantılı görenlere de
"Paranız vardır, ordu yaparız; paranız bitti ordu dağılsın... Bunun için
böyle bir sorunum yoktur. Baylar, para vardır, ya da yoktur. İster olsun, ister
olmasın, ordu vardır ve olacaktır." yanıtını verdi. Türk Ordusu böyle
kurulmuş, İnönü ve Sakarya Savaşları böyle kazanılmıştı. Başkomutan'ın
yayınladığı Tekâlif-i Milliye Emirleri'ni eleştirenler, Başkomutan'ın ulusa
angarya yüklediğini, zorla iş yaptırdığını ileri sürüyorlardı. M. Kemal Paşa,
içinde bulunulan olağanüstü tehlike karşısında bu yola başvurulduğunu
hatırlattıktan sonra "Ordu'nun eksikleri ulusa parasız zorla iş yapmayı
gerektiriyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru yasa budur. Ulus'un ve Ordu'nun
yenilmemesi için yasa buna engeldir diye, gerekli gördüğü tedbiri almakta
duraksamayacağını." belirtti. Ordunun kıpırdayamayacağını ileri süren
Vasıf Bey'in bazı kimselerce alkışlanmasının ise üzüntü ve utanç verici
olduğunu söyledi. Daha sonra, Meclis'te beliren oylara göre komutadan hemen el
çekmek istediğini, hatta Başkomutan'lığının sona erdiğini Hükümet'e de
bildirdiğini, fakat önlenemeyecek bir çöküntüye meydan vermemek ve düşman
karşısında orduyu başsız bırakmamak için, Başkomutan'lığı bırakmadığını ve
bırakmayacağını açıkladı. Bu açıklamadan sonra yapılan oylama sonucu 177 olumlu
oy ile Başkomutanlık süresinin uzatılması kabul edildi.
Fakat Meclis
içindeki muhalefet durmadı. Temmuz'da kabul edilen bir yasa ile Bakanların ve
Bakanlar Kurulu Başkanı'nın doğrudan doğruya Meclis'te gizli oy ile seçilmeleri
sağlandı. Böylece Mustafa Kemal Paşa Bakanlar Kurulu Başkanlığı'ndan
uzaklaştırılmış ve Meclis Başkanı'nca Bakan adayları gösterilmesi de
kaldırılmış oldu. Muhalif grup bundan sonra Rauf Bey'i Bakanlar Kurulu Başkanı
(Başbakan) seçti. Büyük Taarruz öncesi Meclis içindeki muhalif durum böylece
daha fazla gelişmeden önlendi.
Kaynak: Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün.
Basımevi, 1986, Sayfa: 310–319
II - Büyük
Taarruz (26 Ağustos 1922)
Yunan Tarafı
Sakarya
Savaşı'ndan sonra Yunanlılar Eskişehir-Afyon çizgisinde kuvvetli bir savunma
hattı oluşturdular. Bu cepheleri gören bir İngiliz Kurmay Subayı "Türkler bu mevzileri dört beş ayda
işgal ederlerse bir günde susturduklarını iddia edebilirler." demişti. Bu cepheyi böylesine güçlendiren Yunanlılar diğer
yandan, İtalyanların boşalttığı Söke ve Kuşadası'nı (21 ve 30 Nisan 1922) işgal
ettiler. Bu davranışlarıyla Anadolu'da kalmaya kararlı olduklarını
gösteriyorlardı. Ege yöresinin Rumlarını da silâhaltına alarak birlikler
oluşturuyorlardı. Türkiye'ye gözdağı vermek, Yunan halkının moralini yükseltmek
ve Türk savaş gemilerince esir alınan "Enosis" isimli
gemilerinin intikamını almak için 7 Haziran 1922'de Samsun'u bombardıman
ettiler. 5 Haziran'da Yunan Ordusu'nun başına Lloyd George'un "Bir çeşit
deli" dediği Hacı Anesti'nin getirilmesi ile Yunanlılar Trakya ve
Anadolu'da sivil halka karşı baskı ve katliama giriştiler. Haziran sonunda
başlatılan faaliyetler sonucu, 30 Temmuz'da İonya (İzmir ve kuzey bölgesi)
Muhtariyetini ilan ettiler. Bu hareketleri Ankara ve İstanbul tarafından
protesto edildi. 29 Temmuz'da da İngiltere'ye bir nota vererek, Türkleri barışa
zorlamak için İstanbul'u işgal etmek zorunda olduklarını bildirdiler ve hemen
arkasından iki tümenlik bir kuvveti Anadolu'dan İstanbul'a taşımak için
hazırlıklara başladılar. Bunun üzerine İstanbul'daki Türk Gizli Teşkilatı
önemli yerlere top yerleştirirken, şehrin savunması için binlerce kişi
hazırlandı. Diğer yandan Fransa enerjik bir tutum izledi. General Pelle'ye
verilen emirle Yunanlılara engel olması, gerekirse kuvvet kullanması
bildirildi. İngiliz General Harrington da Lloyd George'un politikasına aykırı
olarak Fransızlara yardım ederek Çatalca hattına asker gönderdi. İtalya da aynı
enerjik tutuma girince Yunanlılar bu girişimlerden vazgeçtiler.
Yunanistan bu
politikayı ve hazırlıklarını sürdürürken, ordusunun ve Yunan halkının morali
çok kötü idi. Sakarya'daki ağır yenilgi ve kayıpların açıklanması, çok kötü
etki yaptı. Yunan askeri Anadolu'da boşu boşuna savaştığını düşünmeye başladı.
Ordu Kralcı ve Venizelosçu çatışması içinde eğitim ve disiplinini yitirmişti.
Siyasi ve askeri çöküntü yanı sıra ekonomik bunalım da üst düzeye çıkmış ve dış
yardım kapıları kapanmıştı. Yabancı devlet adamları ve askeri gözlemcilerin,
Yunanlıların Anadolu'yu terk etmeleri yolunda uyarılarına da aldırmıyorlardı.
Büyük Yunanistan'ı gerçekleştirmek için ellerine geçirdikleri tarihi fırsatı
kaçırmak istemiyorlardı. Ordularının yeterli kuvvette oldukları kanısındaydılar.
Türk Tarafı
Sakarya
Savaşı'ndan sonra, Yunan Ordusu'nun hazırlık yapmasına fırsat bırakmadan,
taarruz yapılması istenmiş, fakat ordunun buna hazır olmaması yüzünden
vazgeçilmişti. Daha sonra yağışların başlaması dolayısıyla taarruz ertelendi,
fakat her an taarruz yapılacakmış gibi hazırlık yapıldı. 1921 Eylül ayında
seferberlik ilan edilmiş olduğundan ordunun er ihtiyacı büyük ölçüde giderildi.
Sakarya Savaşı'nda, yiyecek, giyecek, cephane yokluğu yüzünden artan firar
olayları kalmadı. Ordunun ihtiyacı olan malzeme, silah, cephane çeşitli
yollardan sağlanırken eğitim ve disiplin mükemmel düzeye getirildi. Ordu içinde
emir-komuta zinciri sağlandı. Cephe gerisinde de güvenlik önlemleri alındı.
Ordunun komuta heyeti, uzun savaş yıllarında yetişmiş, tecrübeli komutanlardan
oluşuyordu. Yeni getirilen erlerle ordunun sayısı 200.000'e ulaştı. Yiyecek,
giyecek, cephane yeterli düzeye getirildi. Birkaç meydan savaşı yapılması
olasılığı düşünülerek, ona göre hazırlık yapıldı. Türk Ordusu vatan topraklarını
kurtarmak için Başkomutan'ın taarruz emrini bekliyordu.
Tarafların Kuvvetleri
Taraflar
|
Subay
|
Er
|
Tüfek
|
Hafif Makineli Tüfek
|
Ağır Makineli Tüfek
|
Top
|
Kılıç
|
Türk Ordusu
|
8659
|
199283
|
100352
|
2025
|
839
|
323
|
1282
|
Yunan Ordusu
|
6565
|
218432
|
90000
|
3139
|
1280
|
418
|
1280
|
Türk Ordusu
bütün güçlüklere rağmen, malzeme ve silah bakımından Yunan Ordusu'na yakın
duruma gelebildi. Başkomutan daha Ocak 1922'den itibaren taarruz planlarını
hazırlamıştı, Sık sık cepheye giderek hazırlıkları yakından izledi.
Taarruz Kararı
Mustafa Kemal
Paşa 27 Temmuz 1922'de Alaşehir'e geldi. Taarruz planı üzerinde Genelkurmay
Başkanı ve Cephe Komutanı ile son değişiklikleri yaptı ve planın aldığı son
biçime göre 15 Ağustos'a kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına ve 30 Temmuz
tarihli görüşmede, 26 Ağustos tarihinde taarruz yapılmasına karar verildi.
Fakat Mustafa
Kemal Paşa, Türkiye sorununun barışçı yollardan çözülmesi için İtilaf
Devletleri'ne son bir kez daha başvuruda bulunmayı uygun gördü. T.B.M.M.
Hükümeti'ni temsilen İçişleri Bakanı Fethi(Okyar) Bey, tam yetkili olarak
Temmuz ayında Avrupa'ya gönderildi. 23 Temmuz'da Poincare ile görüşen Fethi
Bey, gazetecilere "Zaferi
kazanabiliriz. Fakat kan dökmekten çekiniyoruz." dedi. İngiltere ise Fethi Bey'le bakan düzeyinde görüşmeyi
ret etti. Fethi Bey'in bütün barışçı girişimleri Türkiye'yi güçsüz zanneden ve
bu girişimi de bu güçsüzlüğün sonucu olarak yorumlayan İngiltere tarafından
geri çevrilince, Fethi Bey Hükümete 14 Ağustos'tan sonra yolladığı raporda
"Ulusal amaçlarımızın sağlanması, ancak askeri faaliyetlerle kabil
olabilecektir." diyerek barış girişimlerinin sonuçsuz kaldığını bildirdi.
Mustafa Kemal Paşa'nın, taarruz hazırlıklarını izlemek için 17/18 Ağustos
gecesi Ankara'dan ayrılarak Konya'ya gitti. Ankara'dan ayrıldığını bilen yalnız
bir kaç kişi vardı. Hatta 21 Ağustos ta Çankaya'da bir balo tertiplendiği de ilan
edildi. Halbuki M. Kemal Paşa 20 Ağustos'ta Akşehir'de idi. Konya'da
postahaneye el koydurtan M. Kemal, Paşa, Konya'da bulunduğunun duyurulmasını
engelledi. 20 Ağustos'ta Başkomutan, Batı Cephesi Komutanı'na 26 Ağustos'ta
taarruza geçilmesi emrini verdi. Aynı gece yapılan komutanlar toplantısında
durumu bütün komutanlara harita üzerinde açıklayan Başkomutan, taarruz emrini
yineledi.
Türk Ordusu
düşmana yakın kuvvete sahipti. Oysa taarruz yapılabilmesi için düşmandan iki-üç
kat üstün olmak gerekiyordu. Bu sebeple taarruz yeri olarak seçilen Afyon'a,
Eskişehir'den bazı kuvvetler gece yürüyüşü ile getirildi. Bu şekilde Afyon
yöresindeki düşman kuvvetlerine karşı üstünlük sağlanırken, Eskişehir
cephesindeki kuvvetler zayıflamıştı. Bu sebeple bazı ordu komutanları, taarruzu
sakıncalı buldularsa da Başkomutan'ın emrini yerine getirdiler. Eskişehir
yöresi, I. ve II. İnönü, Eskişehir-Kütahya ve Sakarya Savaşları yüzünden savaş
alanı olmuş, kaynakları tükenmiş, halkı büyük sıkıntılar içinde idi. Oysa Afyon
yöresi savaş alanı olmamıştı. Cephenin arkasında Konya Ovası'nın ürünü vardı.
Düşman Afyon yönünden bir taarruz beklemiyordu. Başkomutan taarruz kararını
Bakanlar Kurulu'na da bildirdi. Türk ordusu 25-26 Ağustos gecesi bütün
hazırlıklarını yapıp, düşman cephesine iyice yaklaştı. Taarruz süresince,
ordunun ihtiyacı olan cephane, malzemenin taşınması için yine halktan yardım
istendi. Erkekleri cephede olan kadınlar, yüzlerce kağnı ile geldiler. Hatta
bazı kağnılara öküz bulunamadığı için inek koşulmuştu.
Türk taarruz
planının esası, düşmana, geride yeni bir cephe kurmasına olanak vermeyecek bir
biçimde bir tek darbede yenmek ve düşman silahlı kuvvetlerini imha etmek idi.
Bin bir güçlük ile sağlanmış bulunan cephanenin uzun bir savaşa yetmesi mümkün
değildi.
Türk
topçusunun 26 Ağustos sabahı saat 04.30’da ateş açması ile taarruz başladı.
Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ve Cephe Komutanı Kocatepe'den taarruzu
izliyorlardı. 26 Ağustos günü düşmana ait önemli birkaç tepe ele geçirildi. 27
Ağustos'tan itibaren düşman geri çekilmeye başladı. Türk kuvvetleri üstünlüğü
ele geçirdiler. Yunan ordusu çekilirken etrafı ateşe vermeye başladı. Bu iki
gün içinde Yunanlıların 4–5 tümeni yenildi. Yunanlılar'ın Eskişehir cephesinde
bulunan kuvvetli birliklerinin, savunma cephesi kurmalarına fırsat vermemek
için süvari birlikleri, gerilere sarktılar ve Dumlupınar yolunu tıkadılar.
Çember içine alınan Yunan Ordusu'nun 5 tümeni, bizzat Başkomutan tarafından
yönetilen bir savaş sonunda, çok ağır şekilde yenilerek teslim oldu. Kurtulan
Yunan kuvvetleri panik halinde İzmir'e doğru kaçmaya başladılar. 30 Ağustos'ta
Dumlupınar'da düşman kuvvetlerinin imhası ile sonuçlanan bu meydan savaşına
ismet Paşa 31 Ağustos'ta, "Başkumandan Meydan Savaşı" adını verdi. M.
Kemal bu savaşa "Rum
Sındığı" adını vermişti.
Meydan
savaşından sonra, çevreyi gezen M. Kemal Paşa, düşmanın ağır yenilgisini, savaş
alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, sürü sürü
esirin kafilelerle geriye götürülmesini gördükten sonra çok duygulanmış ve
yanındakilere, "Bu
manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz.
Sorumluluk bize ait değildir." demiştir.
31 Ağustos'ta
düşmanın ana kuvvetleri imha veya esir edilmişti. Eskişehir yöresindeki
kuvvetleri de çekilmeye hazırlanıyordu. Fakat Kocaeli ve Trakya'dan
getirecekleri kuvvetleriyle Eskişehir'den çekilen kuvvetlerini birleştirme
olasılığı olan Yunan Ordusu İzmir'in doğusunda yeni bir savunma hattı
kurabilirdi. Bu duruma fırsat verilmemesi için Başkomutan ordulara Yunan
Ordusu'nun İzmir'e kadar aman verilmeden izlenmesini, nerede yakalanırsa orada
taarruz edilmesini bildirerek, tarihi, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" emrini verdi. Başkomutanın isteği ile Fevzi Paşa Mareşalliğe
ve İsmet Paşa Ferikliğe terfi ettiler. Diğer komutanlar da bir üst rütbeye
yükseltildiler. Türk Ordusu amansız bir takip harekâtına başladı. Yunan Ordusu
silahını, cephanesini ve malzemesini terk ederek kaçıyor, kaçarken her yeri
yakıp yıkıyor, gerisinde büyük bir enkaz bırakıyordu. Ele geçen malzeme ve esir
büyük sayılara ulaşıyordu. Binlerce ölü ve esir veren Yunan Ordusu'nun artık
kendisini toplaması olanaksızdı. Askerler bir an önce İzmir'e ulaşıp oradan
gemiye binmek ve canını kurtarmak yarışına girmişlerdi. Yunan Ordusu çekilirken
büyük katliam yaptığı için, Türk Ordusu'nun intikam alacağı korkusuyla Yunan
Ordusu ve yerli Rumlar İzmir'e doğru kaçıyordu.
31 Ağustos'ta
başlayan takip harekâtı, yanan Türk şehir ve kasabalarının arasından, öldürülen
Türk kadın ve çocuklarının Türk askeri üzerinde yarattığı büyük ve yorgunluk
tanımayan bir azimle 9 Eylül günü İzmir'e girmesi ile sonuçlandı. Yunan Ordusu
Anadolu'da bu kadar büyük zulüm yapmış olmasına rağmen esir alınan Yunan
Generalleri, Türk Başkomutanı tarafından ağırlanıp, teselli edildiler.
Afyon
tarafında bozulan Yunan kuvvetleri İzmir'e doğru kaçarlarken, Eskişehir
yöresindeki kuvvetleri ise, Türk Ordusu'nun Kocaeli yöresinden çeviren
kuvvetlerine teslim oldu. Bir kısmı ise Bandırma yönünde çekildi. Batı Anadolu
şehirleri bir biri ardına kurtarılmaya başlandı. Yunan Ordusu tarafından
yakılmış olan bu şehirler sırayla Türk Ordusu'nu karşıladı. 4 Eylül'de
Alaşehir, Buldan, Kula, Söğüt, 5 Eylül'de Bilecik, Bozüyük, Simav, Demirci,
Ödemiş, Salihli, 6 Eylül'de Akhisar, Balıkesir, 7 Eylül'de Aydın, 8 Eylül'de
Kemalpaşa ve Manisa'ya Türk Ordusu girdi. 9 Eylül'de de İzmir, 10 Eylül'de
Bursa kurtarıldı.
Denize
ulaşabilen Yunan askeri kendini bulabildiği araçla adalara atmaya
çalışıyorlardı. Bandırma ve İzmir yöresi Yunan askerleri ve yerli Rum
kafilelerinden geçilmiyordu. Türkler geliyor korkusu, adalarda yaşayan Rumları
bile korkutmuş, arada deniz bulunduğunu unutturmuştu. İzmir şehri büyük bir
insan kalabalığının, kendilerini gemilere atıp, canını kurtarmak isteyen Yunan
Askeri ve yerli Rumların oluşturduğu mahşeri bir görünümdeydi. Limanda bulunan
İtilaf Devletleri (Özellikle İngiliz) gemilerine binmek isteyen bu kalabalık,
gemilere alınmıyor, binmekte ısrar edip, kayıklarla gemilere yanaşanlar denize
atılıyor, hatta kalabalığın hücumu karşısında, gemidekiler tarafından ateş
açılarak vuruluyorlardı. Yunan Ordusu'nu İzmir'e çıkartan İngilizler, şimdi
onları kaderine terk ediyordu. Yerli Rum kayıkçılar kendi soydaşlarından, çok
aşırı ücret istiyorlardı.
Mustafa Kemal
Paşa 9 Eylül'de Belkahve'ye geldi, fakat İzmir'de çatışmalar sürdüğü için
geceyi Kemalpaşa'da geçirdi ve 10 Eylül'de İzmir'e girdi. 10 Eylül'de bile yer
yer çarpışmalar sürmekteydi 3.000 kişilik bir Yunan kuvveti esir alınmıştı.
İzmir'e giren M. Kemal Paşa'nın kalması için Karşıyaka'da bir köşk hazırlandı.
Kral Konstantin de bu köşkte kalmıştı. Evin kapısında kendisini karşılayanlar
merdivenlere bir Yunan Bayrağı sermişlerdi. Yunan Kralı'nın Türk Bayrağı'nı
çiğneyerek eve girdiğini belirtenlere M. Kemal: "Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak,
ulusunun şerefidir. Ne olursa olsun yerlere serilemez ve çiğnenemez.
Kaldırınız..." yanıtını vererek Yunan
Bayrağı'nı kaldırttı.
Büyük zafer
ülkenin her yanında coşkuyla karşılanırken, dış Müslüman ülkelerden tebrik
telgrafları gelmeye başladı. İlk tebrik edenlerin başında Sovyetler Birliği
Elçisi Aralov vardı. Aralov "Batı
Emperyalizmi"ne karşı savaşan
Türkiye'yi kurtlarken, Müslüman ülkeler Haçlılara karşı elde edilen başarıyı
kutluyorlardı. Fransa, İngiltere, İtalya ve A.B.D.'nin İzmir'deki konsolosları
ve amiralleri de 10 Eylül'de Ordu Komutanı'nı tebrik ettiler. Fakat endişe
içinde oldukları açıkça ortadaydı. Çünkü bu savaşla yalnız Yunanlılar yenilmiş
değil, İtilaf Devletleri'nin (Lloyd George, Wilson, Clemenceau, Orlando)
kurdukları dünya düzeni de yıkılmış oluyordu. New York Times, Yunan yenilgisini
insanlığın ve uygarlığın başına gelen en büyük felaket olarak nitelendirirken,
İngiliz basını olayı dehşetle veriyor ve Fransız basını Türkiye'ye yeni bir
savaşın açılıp açılmayacağını soruyordu. Gazete başlıklarında "Türk Zaferi", "Türkler
İzmir'de" yazıları yer alırken 250.000 kişilik Türk
Ordusu'nun Yunanlıları nasıl ezip geçtiği, Yunanlıların insan ve silah, cephane
kayıpları üzerinde duruluyordu. "Le
Temps Gazetesi", on beş günde, bir yıldırım harbiyle iki Yunan
Ordusu'nu yok edip, kalıntılarını denize döken Türklerin "Küçük Asya Sorunu"nu çözdüklerini, Kral Konstantin'in maceracı politikasının
feci sonucunu gerçekçi bir yorumla veriyordu.
Türk Ordusu'nun
İzmir'e girmesinden birkaç gün sonra 13 Eylül günü şehrin bazı yerlerinde
yangın çıktı. Özellikle Ermeni evlerinden silah sesleri gelmesi ve arkasından
büyük bir yangın çıkması, yangının "Ermeni
ve Rum Örgütleri"nce çıkartıldığı ve
İngiliz Konsolosu'ndan yardım gördükleri söylentilerinin yayılmasına yol açtı.
Evleri yanan Avrupalı tüccarlar yangının Ermeniler tarafından çıkartıldığını
ileri sürüyorlardı. Amerikalı, İngiliz, Fransız ve İtalyan Konsolosları 6
Eylül'de Yunan Harbiye Bakanı'ndan İzmir'in yakılmaması için garanti
istemişlerse de, bu garanti verilmemişti· Bütün Batı Anadolu'yu yakan
Yunanlıların İzmir'i Türklerin yaktığını ileri sürmeleri çok ilginçtir. Şehrin
yanmasından en çok zarar gören Türkler idi. Kurtardıkları "Güzel İzmir" yanıyordu. En çok üzülen M. Kemal Paşa oldu. Yangın üç gün
sürdü ve şehrin büyük bir kısmı kül oldu. Şimdi Türkiye'nin eline harabe
halinde bir şehir terk edilmişti. Tıpkı Batı Anadolu'nun diğer şehir, kasaba ve
köyleri gibi.
Zafer'in Sonucu
Yunan
Ordusu'nun on beş gün içinde imhası ile sonuçlanan "Büyük Zafer", Başkomutan'ın büyük riski göze alarak, güçlü bir sıklet
merkezi yapmak, taarruzda baskını sağlamak, denk kuvvetle, ateş üstünlüğüne
sahip düşmana karşı, savaşta kesin sonuç yerini seçme, doğru karar verme, iç ve
dış politikayı iyi yönetmek, ulusu ve orduyu kaynaştırıp savaşa hazırlamaktaki
üstün başarısıyla kazanıldı. Türk Ordusu 4–5 ayda parçalanamaz denen Yunan
Cephesi'ni bir kaç günde parçaladı. 15 günde 500–600 km. yol aldı. 150.000
kişilik bir düşman ordusunu imha etti. Bu büyük başarı içte ulusal bütünlüğü ve
güveni sağladı. Öldü zannedilen Türk Ulusu'nun azmi, bu düşünceyi yıktı.
Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Lozan Atlaşması'nın imzalanmasını hazırlaması
bakımından, büyük güç kaynağı oldu. Tam bağımsız Türk Devleti olan ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Türk Devrimi'nin güç kaynağı yine bu zafer oldu.
Sevr ile "Doğu Sorunu"nu diledikleri gibi çözebileceklerini zanneden İtilaf
devletleri, Türkiye'nin gücünü ve Lozan'da Doğu Sorunu'nun kapandığını kabul
ettiler. Atatürk'ün dediği gibi, zaferler amaçları ve sonuçları
bakımından önem taşırlar. Tarihte büyük meydan savaşları çok olmuştur. Fakat
bunların çoğu aynı ölçüde büyük sonuçlar getirmemiştir. Başkomutan Meydan
savaşı yalnızca, düşman ordularını denize dökmek ve ülkeyi kurtarmakla
kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu hazırlamıştır.
Kaynak:
Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege
Ün. Basımevi, 1986, Sayfa: 334–341
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder