1 Haziran 2012 Cuma

Yunanistan ve Avrupa'nın Son Ekonomik Durumu


Ekonomik Adaletsizlik Artıyor…
İnsanlar mutsuz. Çünkü insanlar haksızlığa ve adaletsizliğe uğradıklarını düşünüyorlar.
Bu durumun depresyona yol açacağı ve “majör” durumun giderek daha fazla kronik hale geleceği kesin.
BBC Dünya Servisi’nin yaptığı bir kamuoyu araştırması bu gerçeği sayısal verileriyle beraber ortaya koydu. Neo liberalizm ve onun ürettiği küresel kriz mutsuz insanlar, huzursuz toplumlar ve umutsuz milletler üretiyor. Anket 22 ülkede yapıldı. Bu ülkelerin 17’sinde halkın en az %50’si “ülkede ekonomik yükün ve imtiyazların adil paylaşılmadığı” kanaatinde.
Hemen herkes sistemin bu sorunu kendi başına çözeceğine inanıyor. Dolayısıyla sisteme güvensizlik duyulması söz konusu değil. Serbest piyasa ekonomisinin bu sorunu aşacağı yönünde kuvvetli bir kanaat var. Ama yine de büyük bir çoğunluk ekonomik adaletsizliği kendi yaşamlarında gördüklerini ifade ediyor. Hatta bu büyük çoğunluk İspanya’da %90, Fransa’da %80 ve Rusya’da da buna yakın. Ayrıca ABD’de ve İngiltere’de de %60’ın üzerinde.
Her ne kadar “sisteme güven” sürse de, krizin kronikleşmesi ve krize neden olan adaletsizliğin azalmadan -hatta artarak- devam etmesi, sorunun “güven krizi” haline gelmesi sonucunu doğurabilir. BBC, yaptırdığı bu kamuoyu araştırmasının en son yapıldığı 2009′dan bu yana adaletsizlik düşüncesinin artmış olduğunu gösterdiğini ifade ediyor…
Örneğin Yunanistan ve İspanya çok kritik bir eşikte, hatta eşiği geçmiş de olabilir. İspanya’da işsizlik oranı %23. Ayrıca bu oran genç nüfus arasında %50. İspanya’da en az bir nesil geleceğini kaybetti. Ülkede iktisadi durumun kötüleşmesinin sosyal yapı üzerindeki baskısı giderek artıyor. Yunanistan’da zaten yaşanan perişanlık İspanya’da çok daha şiddetli yaşanabilir. Bunun sonucunda İspanya’da işsizliğin artmaya devam etmesi mümkün. Nihayetinde kısa ve orta vadede ekonomik canlanmanın kendini hissettirecek kadar güçlü olması beklenmiyor. O nedenle “mali kriz” ciddi biçimde “güven krizi” halini alabilir.
Nitekim “kapitalizmin ölümcül sorunları olduğu” fikri İspanya ve Fransa’da %40 destek buluyor. Bundan bir sonraki adım, “kapitalizmin ölümcül sorunlarını aşamadığı” olabilir. Anketin gösterdiği gibi bu düşüncede, İspanya’da 2009′dan bu yana büyük bir artışın yaşanması, neo liberalizmin tabiatından kaynaklanıyor. Çünkü neo liberalizm adaletsizliğe dayandığı ve adaletsizlik sayesinde güçlendiği için adaletsizliği bir sorun olarak algılamıyor ve bunu değiştirmek için bir çaba içerisine girmiyor.
Çünkü dünyada hâlihazırda devam eden küresel kriz -bazısı buna mali kriz diyor- aslında neo liberalizmin doğal bir sonucu ve neo liberalizm açısından da bir arıza, kaza veya aksama da teşkil etmiyor.
Tam bu noktada önemli bir detayın altını çizmekte fayda var. Uluslararası basında yer alan görüşlere, uzman değerlendirmelerine ve resmi açıklamalara göre küresel krizin başlangıcını 2007 kabul edebiliriz. ABD’de Demokrat ve Cumhuriyetçi kanattan yetkililerin birlikte hazırladığı bir rapor, 1979–2007 yılları arasında ABD’de gelir dağılımındaki adaletsizliğin keskin biçimde arttığını yazıyor.
Buna göre örneğin ABD’de en zengin %1′lik kesim milli gelirdeki payını üç kat arttırdı. Diğer bir deyişe ABD söz konusu süre zarfında çok daha zengin oldu, ama zenginlikte sağlanan artış adaletli biçimde paylaşılmadı. O nedenle -söz konusu raporda yer aldığına göre- Amerikalılar gelecekten endişe duyuyor ve ülkenin “yanlış yolda yürüdüğünü” düşünüyor. Nihayetinde Wall Street İşgalcileri hareketi bu sürecin sonucu olarak ortaya çıktı. New York Times gazetesi ve CBS televizyonu tarafından yaptırılan bir anket, Wall Street İşgalcileri’nin ABD’deki genel görüşü aksettirdiğini göstermişti.
Büyük şirketlerin aç gözlülüğü ve devletin tarafsız davranmaması durumu daha da tatsız hale getiriyor. Çünkü neo liberalizmin egemen olduğu sistemlerde sektörler yöneticileri kendi çıkarlarını koruması için yönlendirir. Yöneticiler de bunun sonucunda sektörleri himaye etmeye özen gösterir.
Aynı nedenle 1979–2007 yılları arasında ABD’de en zengin %1′lik kesim vergi sonrası net gelirini %275 oranında artırdı. Buna mukabil en alttaki %20′lik kesimin gelir artışı %18 ile sınırlı kaldı. En zengin %20′lik kesimin vergi sonrası geliri, geriye kalan %80′in toplam gelirini aştı.
Avrupalılar sisteme güvenmeyi sürdürebilir. ABD’liler de keza benzer biçimde biriktirdikleri öfkeyi, yaşadıkları mutsuzluğu sisteme fatura etmeyebilirler. Ama sistemin daha az güven verdiği, daha az istikrarlı ve daha sorunlu ülkelerde şartlar farklı gelişebilir.
Asya Kalkınma Bankası kıtadaki hızlı ekonomik büyümeye rağmen zengin ve yoksul arasındaki uçurumun “istikrarı bozabilecek kadar” arttığını açıkladı. Bu açıklamaya konu olan adaletsizlikte Çin, Hindistan ve Endonezya en başta yer alıyor. Asya’da yüz milyonlarca insan için gıda, eğitim, sağlık ve konut ihtiyacını karşılamak sürekli daha zor bir hal alıyor. Bu arada uluslararası ekonomi basınında yer alan haberlere göre Asya Kalkınma Bankası bu uyarıyı Asya için yaptı, ama Latin Amerika’da ve Afrika’da durum Asya’ya nispeten daha kötü.
Sadece bu araştırmalar ve raporlar değil, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) verilerinde de, benzer işaretler var. OECD de, önde gelen ve gelişen ekonomilerin hemen hepsinde zengin ve yoksul kesimler arasındaki uçurumun derinleştiğini söylüyor. OECD’nin resmi rakamları dünyada en zengin % 10′luk kısmın, en fakir %10′luk kısımdan 9 kat fazla kazandığını gösteriyor.
Örneğin İngiltere adaletsizlikte rekor kırdı. İngiltere’de nüfusun en zengin %1′lik kısmı varlığını, 1970′lerden bu yana iki kat artırdı. İngiltere nüfusunun en zengin %10′luk kısmının geliri, en düşük gelirli %10′luk kısmının 12 katı.
Diğer taraftan İngiltere’nin bu sorunu nasıl aşacağı yönünde yapılan araştırmalar, benzer sorun yaşayan her ülkenin dikkate alması gereken sonuçlara ulaştı. Royal Society of London adlı kuruluş raporunda “toplumların sürdürülebilir bir yolda ilerleyebilmesi için, varlıklı ülkelerdeki aşırı tüketimciliğe ve hızlı nüfus artışına çözüm bulunması gerektiği” biçimindeki durum saptaması yer aldı.
Rapor, çözüm için bazı öneriler sıralıyor. Bu öneriler arasında “tüm kadınlara aile planlama yöntemlerini kullanma olanağı sağlanması”, “bütçe disiplini” ve “yiyecek savurganlığının önlenmesi” de var.
Kaynak diplomatikgozlem.net  http://www.batitrakyahaber.net/l
Ekmek Yoksa Demokrasi De Yok!
Küresel kriz demokrasinin ruhunu öldürüyor…
Küresel krizin pek çok doğrudan ve dolaylı sonucu var. İşsizlik arttı, reel sektör durdu, tüketim düştü ve saire. Ama küresel krizin en büyük yıkıcı etkisi “demokrasi” üzerinde görülüyor… Toplumsal çöküntü ile beraber “demokrasi” büyük tehdit altında…
Küreselleşmenin beklenen krizi, tahmin edilenden daha büyük oldu. Geçen yıllar krizin etkisini azaltması gerekirken, aksine artırdı. Kriz, asla doymayan bir canavar gibi, peş peşe ülkeleri yiyor. Küresel boyutlarda artan ve olağanlaşan eşitsizlik, adaletsizlik ve dengesizlik büyük bir çığ halini aldı. Bu sürecin devamında “kriz sayesinde daha çok para kazananlar” ve “kriz sayesinde daha az borcunu ödeyenler” krizin bir “sistem” haline gelmesi ve kalıcı olması için çaba harcayacaklar.
Bunu unutmamak lazım… Ama bununla beraber bir gerçeği de fark etmek gerekiyor; Demokrasi kavramı zayıflıyor. Yerinde ve çok uygun bir benzetmeyle kriz virüsü demokrasiyi yavaş yavaş çürütüyor. Kısa bir süre sonra -sadece birkaç yıl içerisinde- kriz canavarının demokrasinin leşini kemirdiğini göreceğiz.
Demokrasi tok insanların rejimidir. Kriz, yaşam standartlarını hızla düşürüyor. Nesiller geleceklerini yitiriyorlar. Kriz etkisine aldığı her yerde öfke ve tepki üretiyor. Bunun sonucunda yaşanan olumsuzluklar her yerde “dip dalga” hazırlıyor. Ağır reformlar, sert yapısal değişiklikler, aşırı tasarruf tedbirleri ve benzerleri insanların hoşgörüsünü, sabrını ve olgunluğunu zor bir sınavdan geçiriyor.
Bu şartlar altında “farklı olana saygı” ve “birlikte yaşama azmi” gibi “demokratik olgunluğu” gösteren ölçütler yara alıyor. Küçülen ekonomiler sadece sanayicileri veya büyük holdingleri etkilemiyor. Ailelerin buzdolapları daha az doluyor ve akşam yemeğinde sofralar daha kaygılı, masaya konulan tabaklar daha küçük. Belki bir holding kriz nedeniyle küçülmeye yönelebilir, yatırımlarını erteler ve tasarrufa gider. Ama zor şartlarla mücadele eden bir aile reisi, ailesi için kaygıları arttığında daha öfkeli olabilir.
Gelecek kaygısının arttığı dönemlerde, mide gurultusu siyasetin sesini bastırır. Avrupa tarihinde de bunun örnekleri var. Artan işsizlik ve umutsuzluk meydanları ve sokakları dolduran öfkeli insanları kışkırtır. Her ne kadar krizle mücadele rayında ve yüksek tempoyla gidiyor gibi görünse de, toplum güvenin sarsılması sonucu öncesine göre daha tepkisel hale gelebilir.
Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası aldıkları kararları övseler de, bu kararlar sokaktaki adamın yaşamına olumlu bir etki sağlamadı. Yunanistan’a aktarılan on milyarlarca Avro işsiz kalan Dimitri’nin cebine girmedi. Aksine söz konusu paralar Dimitri’yi işsiz bırakanlar için kazanç haline geldi. Dimitri ise yine işsiz ve daha uzun süre işsiz kalacak. Ama Dimitri yeniden iş bulma umudunu yitirse dahi, ülkesinde bankalar bu yardımlar sayesinde yine çok para kazanacak. Tam bu noktada Dimitri siyasi partilere duyduğu inancı, yasalara duyduğu güveni, ülkesine olan sevgisini ve “ötekilere” duyduğu saygıyı yitirecek.
Bunlar sadece Yunanistan ve Dimitri için geçerli değil. İspanya, İtalya, belki daha sonra Fransa, İngiltere ve Almanya da -tamamen veya kısmen- bu sorun ile karşılaşabilir. Nihayetinde neo liberalizmin yön verdiği siyaset sert biçiminde hâlihazırda karar alma süreçlerinde demokrasiden taviz verirken “post demokrasi” güçlendirilmişti. Ayrıca “teknokrat” ağırlıklı hükümetler, sektör ve lobi temsilcileriyle sürdürdükleri “post politika” ile “piyasaları korumaya” devam ediyorlar.
Kredi derecelendirme şirketi Fitch’in uzmanlarından Ed Parker durumu şöyle özetliyor: “Yunanistan’ın bütçe açığı milli gelirinin %15’ini buluyordu ve sermaye piyasasından kredi alamıyordu. Bundan da, Yunanistan’ın sıkı tasarruf tedbirlerine sarılmak zorunda olduğu sonucu çıkıyor.”
Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası iflas riski taşıyan borç yükü çok büyük ülkelere yatırımlarını kısmalarını ve harcamaları azaltmalarını tavsiye ediyor. Buna mukabil harcamaların azalması, yatırımların durması ülkelerin belki borç ödeme kabiliyetini artırıyor, ama aynı zamanda ona zarar veriyor. Çünkü bu reçetenin sonucunda işsizlik artıyor ve yaşam standartları düşüyor.
Yunanistan başta olmak üzere, önüne konulan tasarruf ağırlıklı reçeteyi uygulayan bütün ülkeler önümüzdeki yıllarda büyümemeyi kabullenmiş oldular. Bu ülkelerde işsizlik kaçınılmaz biçimde artmaya devam edecek. Ayrıca gençler arasında işsizlik de, kronik işsizlik de artışını sürdürecek. Her beş Yunandan ve her dört İspanyol’dan biri işsiz! Her iki ülkede de gençler arasındaki işsizlik oranı %50’yi buluyor. Ülkeler rekabet gücünü de yitirecekler. Dolayısıyla krizin önümüzdeki yıllardaki etkileri beklenenden çok daha ağır olacak.
Bu panaromik bakışın ardından kişilerin “yurttaş” ve “seçmen” sıfatıyla bundan sonrası için benimseyecekleri tutumun ve gösterecekleri tepkinin öncesine nispeten daha sert, daha yıkıcı, daha az demokratik ve daha az akılcı olacağı öngörülebilir. Belki Roma’da sıkıyönetim ilan edilmesine gerek kalmaz, ama Roma’nın girişine barikat kurmak gerekebilir… Belki Madrid’de sokağa çıkma yasağı ilan edilmez, ama Madrid’in kenar mahalleleri kuşatma altına alınabilir…
Avrupa tarihinin en çalkantılı dönemleri arasında birisi dikkat çekiyor;
Portekiz’de Antonio de Oliveira Salazar, İspanya’da Francisco Franco (Francisco Paulino Hermenegildo Teodulo Franco y Bahamonde Salgado Pardo), Almanya’da Adolf Hitler ve İtalya’da Benito Amilcare Andrea Mussolini iki dünya savaşı arası dönemde yaşanan 1929 dünya ekonomik buhranının doğal sonuçlarıydı…
Umudu kırılan ve aç kalan insanların sayısı arttıkça tehlike de büyür. Yaşanacak olası bir “kırılma noktası” bazı ülkelerde “dönüşü olmayan bir yol” anlamına gelebilir. Eğer bireyler o noktaya gelirlerse “daha çok tüketme hedefi” ortadan kalkabilir. Hatta insanlar “daha çok borç alıp daha çok tüketme” yönelimini terk edebilir. O takdirde kimse kitleleri ucuz kredi ve bol harcama vaatleriyle, tüketiciliğin getirdiği geçici uyuşma hissiyle ve çok tüketmenin verdiği hazla kandıramaz, satın alamaz.
Muhtemelen “büyük çöküş” yaşanacak ve ardından yeniden “insan odaklı sistem” kurmak için yoğun çaba harcanacak. Ama o günler gelinceye kadar çok sıkıntılar yaşanacak. Her sıkıntı kendisinden daha büyük bir sıkıntı üretecek.
Tüketim toplumu, bireyi tüketiciye çeviren sistem, tüketime dayanan dünya anlayışı demokrasiyi de tüketip bitiriyor. Hepsi bittiğinde, her şey sona erdiğinde, herkes baştan başlamak zorunda kalacak. İnsanlar kazak aldığında mutlu olduğu günlere dönecek. Sadece ihtiyacı olanları yiyecek ve imkânlarını tüketmek için değil sevgi için değerlendirecek.
Kaynak diplomatikgozlem.net http://www.batitrakyahaber.net/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder