9 Kasım 2010 Salı

Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ‘Tarihini bilen yenilmez’


"Türk'ün onuru ve gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür.
Böyle bir Ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyi.
Bu nedenle ya bağımsızlık, ya ölüm."
"Mustafa Kemal, Nutuk"

Büyük ulusların tarihinde, o ulusun, hatta dünyanın kaderini değiştiren kahramanlar vardır. Bunlar daha çok kriz zamanlarında ortaya çıkarlar. Büyük kahramanlar, ulusların hayatî dinamiklerini kendi benliklerinde toplayarak felâket anında yeniden doğuşun mucizesini gösterirler. Onlar, âdeta hususî bir talihle doğmuş, ulusların kaderini yüklenmiş, bu kaderi, bir "ulusal sır" gibi vicdanlarında taşıyan "misyon" sahibi büyük aksiyon adamlarıdır.
İşte, Atatürk, son çağ Türk ve dünya tarihinde ortaya çıkmış, tarihin akışını değiştirmiş, bir devir kapatıp-açmış bir liderdir. Ve hiç mübalâğasız denilebilir ki, Atatürk, müstesna yaratılmış bir şahsiyettir.
Türk ulusu, Atatürk'ün gerçek şahsiyetini ne kadar benimsediyse, onu toplum şuurunda ve şuuraltında bir çeşit efsane-varlık hâline de getirmiştir. Yaşarken ve ölümünden sonra milletimizin ona verdiği hüviyet, tıpkı Oğuz Kağan yahut Malazgirt kahramanı Alparslan gibi, gerçek bir insanınkinden çok, efsane bir kahramanın hüviyetidir. Bu efsane kahraman, Türk ulusunun sosyal psikolojisi bakımından ayrıca önemlidir. Dolayısıyla Atatürk, tarihimizin içinden kopup gelen "Alp" ve "Gazi" tipinin bir devamı, hatta son mükemmel örneğidir.
Bununla beraber, objektif olarak bakılınca görülecektir ki, tarihimizin içinden kopup gelen bu efsanevî liderin arkasında, yirminci yüzyıl dünya tarihinin en önemli hadisesi, batan bir cihan imparatorluğu ve doğan yeni bir "ulusal devlet" vardır. Modern Türkiye Cumhuriyeti! İşte Atatürk'ün hayatı ve aksiyonu, Türk tarihinin bu batış ve doğuş merhaleleri arasından tarihin yeni bir şafağı gibi ortaya çıkmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, pek çok vasfı olmakla beraber, özellikle, askerî-siyasî deha ve misyonuyla dikkat çekmektedir. Onun bizzat kendisinin kaleme aldığı eseri "Nutuk" incelendiğinde, misyonu apaçık görülecektir.  

Nedir bunlar?
Her şeyden önce Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Yeni Türkiye'ye şekil veren, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da Türkiye'yi yaşatan ve yaşatacak olan temel fikir ve prensiplerin sahibidir. Bu yönüyle o, doktrinler bir karakter ve inkılâpçıdır. Özellikle, bir imparatorluğun enkazından modern bir toplum ve devlet yaratan Atatürk, karşımıza büyük bir komutan, devlet adamı, askerî, siyasî ve fikrî otorite olarak çıkmaktadır. Nihayet Atatürk, monarşiden cumhuriyete, yani ulusal devlet rejimine geçişi sağlayan kişidir. İşte Atatürk'ün dehası, onun bu saydığımız aksiyoner karakterinde gizlidir. Hayatını incelediğimizde, büyük önderin iki fikrî safhasının olduğu görülecektir. Bunlar, Türk İstiklâl Savaşı esnasında oluşan askerî ve siyasî fikirler safhasıyla; Türkiye’nin ulusal ve çağdaş bir devlet hâline gelmesiyle alâkalı fikirler safhasıdır. Onun geçirmiş olduğu bu iki fikrî safha, tabiatıyla birbirini tamamlar. İstiklâl Harbi, âdeta Atatürk'ün vicdanındaki hürriyetçi, ulusal hâkimiyet anlayışını belirlemiştir. Daha sonraki görüşleri bu temel düşüncenin üzerine inşa edilmiştir. Bir konuşmasında şöyle diyor:

"İstiklâl Savaşı'nın çeşitli cephelerinde kazanılmış olan zaferler, Türkiye'nin çağdaş medeniyet meydanında kazanacağı zaferlerle tamamlanmadıkça Türk milletinin tam, hür ve müstakil olması mümkün değildir."(Nutuk). 

Türkiye'de medeniyet meselesi halledilmedikçe, hiçbir problemin çözülemeyeceği düşüncesi, Büyük Önder tarafından sık sık tekrar edilmiştir. Türk İstiklâl Savaşı, yalnız Atatürk'ün hayatında değil, Türk ulusunun da tarihinde âdeta bir mucizedir. Bu savaş, Türk'ün bütün imkânlardan ve savunma vasıtalarından mahrum bırakılsa bile, başında kendisine inanan ve kendisinin de inandığı bir lider bulunduğu takdirde nasıl bir iman, azim ve fedakârlıkla kendisini kurtaracak imkân ve vasıtaları yaratabildiğini dünyaya ispat etmiştir[1].
20. yüzyılın başında dünyada imparatorluklar çağı sona ermiş, ulusal devletler çağı başlamıştır. Ulusal devlet, meşruiyetini tek kişinin otoritesinden değil, ulusun kendisinden alan bir siyasî birliktir. Atatürk'ün kurmuş olduğu devletimizin temeli de ulustur. Büyük Nutku’nda, kendisini ömrü boyunca "Millî hâkimiyetinen sadık bir kulu" (Nutuk) kabul eden büyük Önder'e göre "Hâkimiyet hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve rehberlikte paylaşma kabul etmez! Unvanı ne olursa olsun, hiç kimse, bu milletin mukadderatına ortak çıkamaz." Onun içindir ki, büyük felâketler ve fedakârlıklar pahasına kurtarılmış hür bir vatanda kurulacak devletin şekli Türk'ün karakterine uygun demokratik bir cumhuriyet olacaktır. Atatürk'ün "tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî akış" dediği vakıa, sonunda saltanat ve hilâfetin de kaldırılarak, tam bağımsız "Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti demek, Türk devletinin ve ulusunun, mukadderatında yalnız kendi iradesinin hâkim olması demektir. Atatürk, bizden bu fikrinin devamını ve dolayısıyla cumhuriyetin korunmasını isteyen pek çok mesajlar vermiştir. Yine Atatürk'e göre, cumhuriyetin temel kurumu, ulusal iradenin tecelli ettiği yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Atatürk'ün yakınında bulunan Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyetimizin kurucusunu tanıtırken şu veciz sözü söyler: "Meclissiz yaşamayı aklı almayan bir yirminci asır lideri!"
Atatürk'e göre, millî mücadele Meclis ile kazanılmış, Cumhuriyet'i Meclis kurmuş, inkılâpları da Meclis yapmıştır. Onun bizden istediği, kendisinden sonra miras bıraktığı siyasî rejimi korumak ve geliştirmektir. Ulusumuzun devamlılığını ve mutluluğu için bu şarttır. Büyük "Nutuk"ta şöyle diyor;
"Milletimizin kuvvetli, mesut ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilâtımıza tamamen uyması ve dayanması lâzımdır." O, ulusal siyasetten şunu anlar;
"Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak, varlığımızı korumakla, millet ve memleketin hakikî saadeti ve refahına çalışmak, aşırı ihtiraslar peşinde milleti oyalamamak ve ona zarar vermemek. Medenî dünyadan, medenî ve İnsanî muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir."[2]

Mustafa Kemal'in Anadolu'ya Geçişi19 Mayıs Ruhu
Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları akabinde Avrupa'da oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştı. Çünkü Osmanlı Devleti'nin hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu.[3]
1914'de başlayan Birinci Dünya Savaşı dört yıl sürdü. Savaş öncesi Avrupa'nın belli başlı ülkeleri ikiye ayrıldı. Birbirleriyle savaştılar. Bu savaşta bizimle birlikte onlar yenildi. Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık. Savaş sonunda Mondros Silah Bırakışması imzalandı. 1911 yılından beri savaşın içinde olan Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu’nun haksız işgalinde Fransızlar Adana ve Hatay’a; İngilizler Urfa, Mardin ve Merzifon’a; İtalyanlar Antalya’ya yerleştiler. 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılar İzmir’e girdi. Böylece yurdumuz paylaşıldı. Ordularımız dağıtıldı, İtilâf donanmalarının mütareke hükümlerine göre fiilen işgal ettiği İstanbul'a 13 Kasım 1918 tarihinde gelmişti.
Anadolu'nun haksız işgali meseleside, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine yol açmıştır. Haksız işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî anlamda Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Millî Mücadele döneminde oluşan "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin millet olarak bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmeyi ifade etmektedir.[4]
Mustafa Kemal’in Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı aylık süre, Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz tarihî hadiseler silsilesi ile doludur. Mütareke Dönemi'nde Mustafa Kemal memleket meselelerinin dışında veya gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti'ne olan güvenini yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil, kendi gücümüzde görmüştür. Onun Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır. İşte bu inanç ve karar 19 Mayıs Ruhu'nun oluşmasında temel faktördür.[5]
Trablusgarp’ta Birinci Dünya Savaşı'nda Anafartalar'da düşman güçlerini yenen Mustafa Kemal bu kez yurdumuzu kurtarmak için Anadolu'ya geçmeye karar verdi. 16 Mayıs günü İstanbul’dan Bandırma Vapuru'na bindi. Bu yolculuğu General Hikmet Gerçekçi şöyle anlatıyor: 

Karargâh üstlerinin hemen hepsini deniz tutmuştu. Kimse kamarasından dışarı çıkamıyordu. Samsun'a az bir yolumuz kalmıştı. Herhangi bir terslik çıkmazsa, çok değil yarın sabah orada olacağımızı ümit ediyorduk, bu düşünceler içinde güvertede ellerimle küpeşte demirini tuta tuta yürümeye çalışırken O'nun kamarasından çıktığını gördüm. Sert bakışlarıyla ufka bir göz gezdirdikten sonra kaptan köşküne çıktılar. Bandırma vapurunda hemen herkesi deniz tutmuştu, oysa Mustafa Kemal dipdiriydi ve çok sağlıklıydı. Kıyı bir ana baba günü halini aldı. Gemimiz demir atınca coşkun gösteriler yükseldi. Hemen ardından geminin etrafını kayıklar aldı. Halkın bu coşkun gösterisini görünce boğazıma bir şey tıkandı, gözlerim yaşardı. Vapur 19 Mayıs sabahı Samsun Limanına yanaştı. Kemal Paşa ve arkadaşları Samsun'da sevinç gösterileri ile karşılandı.” 
Burada bir hafta kalan Mustafa Kemal Paşa, 27 Mayıs günü Havza'ya geldi. Çalışmalarını burada da sürdürdü. Bu çalışmaları sırasında ki boş zamanlarında ve Anadolu’nun dağ başlarını, tekerleklerini çuvalla doldurulan kırık dökük otomobillerle aşarken, yanındakilerle birlikte söyletmeyi adet ettirmiş olduğu Müziğini Selim Sırrı (Tarcan) Beyin İsveççen getirdiği ve Ali Ulvi (Elöve) Beyin güftesini yazdığı “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylettiğini daha önceki Edirne Yenigün Gazetesinin 30 Nisan 2008 tarihli sayısının 7 inci sayfasında bahsetmiştim.
Savaşılması, yenilmesi gereken düşman, sadece yabancı işgalci kuvvetler değildir. Bu hususla ilgili olarak Gazi Mustafa Kemal'in kaleminden şunlar anlatılacaktır:   

"Her ne pahasına olursa olsun, Osmanlı Hükümetine karşı, Sultana karşı, halifeye karşı ayaklanmak ve ordu ile bütün Milleti başkaldırıya götürmek gerekiyordu."
 
Gazi 19 Mayıs 1919 tarihinde yukarıdaki sözlerinden ilerici, devrimci ve laik bir Cumhuriyet kurmayı düşlediğini anlatır gibidir. 

"Millî Mücadele, başta Yurdu yabancı işgalinden kurtarma amacıyla, geliştiği ve başarılar kazandığı ölçüde, millî egemenliğe dayanan bir yönetimin bütün ilke ve güçlerini gitgide seferber etmesi doğaldı."[6]

Egemenlik (Hakimiyet); egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik manalarına gelir ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için kullanılır. Egemenlik, devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti, uluslar arası hukukta da bağımsız bir gücü ifade eder.[7]
Millî Egemenlik ise; bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü itibarıyla demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.[8]
Millî Egemenlik, bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya konulmasını sağlar ve iktidarın, kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder. Millî Egemenlik anlayışında millet, kendisini oluşturan fertlerden ayrı, onların üstünde bir kişiliğe, bir iradeye sahiptir ve egemenlik bu kolektif kişiliğe aittir.[9]
Millî Egemenlik, millet iradesini hâkim kılması münasebetiyle demokrasinin temel şartıdır. Bu sebeple, bütün demokratik rejimlerde en üstün kuvvet ve devlet yönetimi konusunda belirleyici unsur olarak, devlete yön verirken, aynı zamanda devlet fonksiyonlarının oluşmasını da sağlar.[10]
Millî Egemenlik, insanlık tarihinde başlı başına kuvvet kaynağı olan ve kuvvet doğuran fikirlerden birisi olarak, devletlerin yapısını değiştirebilecek ve tarihin akışını etkileyebilecek kadar etkilidir. Dolayısıyla, insanlık tarihi açısından büyük önemi sahiptir.[11]
Atatürk'e göre Millî Egemenlik, devlet ve milletin mukadderatında amil ve hakim unsur olması gereken bir değerdir. Çünkü Millî Egemenlik, adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu, haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk, Millî Egemenlik ilkesini devletin temel unsurlarından birisi haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise; siyasî, sosyal ve ekonomik yönden, yabancı etkilerden uzak, millî iradeden oluşmuş bir toplumun meydana gelmesini sağlamaktır.[12],
Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk'ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının sonucudur. Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, Millî Egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Atatürk, Samsun'a ayak bastığı andan itibaren, hem içe, hem de dışa dönük olarak, dinî ve batılı fikirleri yanına almış ve bunların senteziyle Anadolu'da tek idare, tek devlet, tek egemenlik, tek kumandan, tek meclis ve tek millet fikirlerinden hareket ederek, her alanda gerçek Millî Egemenlik ilkesini uygulamaya çalışmıştır. Dolayısıyla, Türkiye'de Millî Egemenlik ilkesinin genel anlamda ilk defa Atatürk'ün önderliğinde girişilen Millî Mücadele yıllarında uygulandığını söylemek mümkündür. Çünkü bu dönemde, memleketin içine düştüğü kötü durum karşısında, bazı aydınlar memleketin kurtarılması için bir büyük devletin mandasını kabul etmekten başka çare görmezlerken, Atatürk bunlardan çok farklı düşünmüş ve millete güveni esas alan bir hareketin peşinde olmuştur.[13]
O, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu kastederek Nutukta; 

"... Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da Millî Hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur." [14]


[1] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı.2005 Atatürk Misyonu. www.atatudksitese.com./basinda/36.html
[2] Nutuk
[3] Yavuz Ercan, “Bloklar Arası Çatışmalarda Osmanlı Devleti Topraklarının Stratejik Önemi”, Beşinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri I, Değişen Dünya Dengeleri İçinde Askeri ve Stratejik Açıdan Türkiye 23–25 Ekim 1995-İstanbul, Gen. Kur. Bşk. Yayınları, Ankara, 1996, s.122.
[4] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, 1859–1952, İstanbul, 1952, s.435–437.
[5] Doç. Dr. E. Semih Yalçın, Mustafa Kemal'in Anadolu'ya Geçişi Meselesi ve 19 Mayıs Ruhu, Gazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[6] Dr. Mehmet Atay, Türk Ulusal Kurtuluş Hareketinin Başlangıcı, Siyaset Bilimi Doktoru, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı
[7]  Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 7. Baskı, Aydın Kitabevi, Ankara, 1986, s.375. Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik, Atatürk Küldür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1987, s.2.
[8]  Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, MEB Basımevi, İstanbul, 1982, s.444. H. Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik, Atatürk Küldür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1987, s.2.
[9]  Cengiz Dönmez, "Atatürk ve Türkiye'de Millî Egemenlik Prensiplerinin Gerçekleştirilmesi", Cumhuriyet'in Kuruluşunun 75. Yıl Armağanı, Gazi Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, Ankara, 1998, s.64–65.
[10]  Sami Ateş, Millî Hâkimiyet Prensibinin Tarihî Gelişimi ve Türk İnkılâbındaki Yeri, Kemalist Atılım Birliği Yayınları, Ankara, 1991, s.27.
[11]  Turhan Feyzi oğlu, Türk Millî Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1988, s.1.
[12]  Sevtap Demirci, Atatürk'te Egemenlik Anlayışı ve Gençlik, Millî Egemenlik Fikrinin Tanımı, Unsurları ve Gelişimi (Panel), Dicle Üniversitesi, Diyarbakır 6 Mayıs 1986, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1986, s.34. ]
[13]   Atatürkçülük (1.Kitap), Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri, İstanbul, 1988, s.17
[14]  Cengiz Dönmez, "Atatürk ve Türkiye'de Millî Egemenlik Prensiplerinin Gerçekleştirilmesi", Cumhuriyet'in Kuruluşunun 75. Yıl Armağanı, Gazi Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, Ankara, 1998, s.67
  • Burhan Aytekin, Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ‘Tarihini bilen yenilmez’, 14 Mayıs 2008, s.17.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder